İlk okul yıllarındaydım sanırım... Başlarında... Salacak sahilinin sırtlarındaydı doğduğum ev. Muhteşem bir deniz manzaramız vardı. O zaman tüm evler nerede ise müstakil bahçeli evlerdi. Apartmanlar yeni yeni yükseliyordu çevremizde. Bizim de kocaman bir bahçemiz vardı...Yazları sadece kavun ve karpuz satın alırdık...Tüm sebze meyve gereksinimimizi karşılayabiliyorduk bahçemizden...Bir de çiçek bahçemiz vardı her bahar benim "bahara" a hazırladığım. Benim için kutsal bir ritüeldi bu sanki...Bütün bir gün tek tek her ağaca ve çiçeğe dokunmak, konuşmak...
Bahçemizin ilerisinde bir de boş arazi vardı. Topraktan yaklaşık 500-600 m2 bir alan...Tüm mahalle çocukları orada oyunlar oynardık. Orası bizim "buluşma" mekanımızdı...Bizimdi o alan !
Bir gün oyuna çıktığımızda şok olduk. Oyun alanımıza dozer sokulmuş ve koca koca delikler açtırılmıştı. Birisi bizim orada oynamamızı istemiyordu. Belki gürültü yapıyorduk, toz oluyordu bilemiyorum. Arazinin yanında bir gecekondu vardı. Hatırladığım orada oturanların bu işi yaptığı şeklinde...Çok zaman önce elbette bu, tam hatırlayamayabilirim!
İşte ne oldu ise o zaman oldu. Nasıl organize olduk, kim bu oyunu önerdi bilmiyorum. Sadece hatırladığım , toprak yığının başına bir kaç çocuğun geçtiği diğerlerinin de ellerine torba leğen ne varsa eline alıp oyuna katıldığı idi. Eline torbasını alan , toprak yığınının başındaki "manav" rolünü üstlenmiş çocuklara geliyor ve " Bana 3 kg patates" , "Bana 5 kg domates" diyor, torbasını dolduruyor ve gidip kocaman deliklere boşaltıyordu. Gözünüzde canlandırabiliyor musunuz?
Tüm gün akşama kadar kan ter içinde çalıştık ve evet tüm delikleri toprakla doldurduk.
Oyun alanımızı geri kazanmıştık. Bu benim ilk "çevreci eylemimdi" diyebilirim... Ebevenylerimizin haberi ve desteği olmadan bunu biz başarmıştık. Belki de ilk takım çalışması deneyimimdi ayrıca bu...Bu nedenledir belki takım ruhununa birliğine inancım...Hatırladıkça hepimiz adına gurur duyuyorum. Evet kendimizi güçlü ve yeterli hissetmiştik. Kimse bizi bizim irademizi varlığımızı ezip geçememişti...Bu arazi sonra çocuklar için bir oyun parkına dönüştürüldü. Şimdiki adı parkın Oymasaray Parkı...Parktan geçen hafta çektiğim kaç fotoğrafı paylaşmak istiyorum bu yazımda sizlerle. Cıvıl cıvıl çocuk kaynıyor park...Benim oğullarım da çok seviyor bu parkı...Anneannelerini ziyarete gittiklerinde mutlaka bir çıkıp oynuyorlar...
OYMASARAY PARKI ŞİMDİLERDE
Enteresan olan yaklaşık 35 sene sonra bu park istimlak edilmek istendi. Bölgedeki bir okul arazisinin "başka bir amaçla" kullanılması sözkonusu idi ve bizim parkımızın arazisine okul yapılacaktı. Tüm mahalleli festival , şenlik havasında bir araya geldi ve protesto etti bu yaklaşımı. Ben yine oradaydım! Mahalle arkadaşlarım da...Hukuki olarak sahiplenmeye çalışıyoruz parkımızı halihazırda...
99 depreminde tüm mahalleli bu parkta buluşmuştuk. Korku içinde birbirimize sarılmış ağlamıştık. 29 Ekim'leri bir şenlik havasında kutlamış şarkı söyleyip dans etmiş sucuklu ekmek yemiştik çoluk çocuk...
Bu park tüm mahalle için bir buluşma sosyalleşme paylaşma platformu idi...Belki de yok edilmek istenen bu diye düşünmeden edemiyorum...
İşte anımı ve deneyimimi paylaşmak istediğim bir yazı düşünüyordum ki sevdiğim bir dost beni arayarak Kuzguncuk Bostanı ile ilgili bir yazı yazmamı önerdi.
Hikaye tamamlanıyordu yine...
Geçen Pazar günü bir etkinlik yapıldı Kuzguncuk'ta. Bir arkadaşım ve onun çocuğu ile çoluk çocuk gittik etkinliğe...
Malesef bostanı parmaklıklar arkasında görebildik. 5 gün önce "kilitlenmiş, kapatılmış" bostan...Yine aynı yaklaşım iş başında anlaşılan...
İLYA'NIN BOSTANI TUTUKLU
Şahsen çok üzüldüm. Bir kaç sene önce oğullarımla ve arkadaşlarımla keyifli anlar geçirmiştik orada...Sürekli orada yaşayan Kuzguncuklular ve çocukları aileleri için ne anlama geldiğini o bostanın çok iyi anlıyor ve hissediyorum...Sanki değerli bir aile üyenizin kaybı gibi bu...Üstelik zorla sizden alınıyor kopartılıyor...
OLAN BİTENİN KARİKATÜR HALİ
Beni en çok etkileyen çocukların aktif olarak eyleme katılmış olmasıydı...Kimi pankart boyuyor kimi eski oyuncaklarını satıyordu...Hatta bir ara minik Funda'yı hayal ettim, elinde fırça boyuyordu o da pankartı...
Kızılderili bir atasözünün dediği gibi " Biz dünyayı atalarımızdan miras almadık , onu çocuklarımızdan emanet aldık"...Bu sözün üzerine derin derin düşünmeliyiz...
ÇOCUKLAR BİZİM ÇOCUKLARIMIZ
Evet asıl mülkün sahibi olanlar işe el koymuştu...Malum ebeveynlerin çok önemli işleri vardı...Onları gördüğüm an yüreğime su serpildi...Evet bostanın bir şansı var gerçekten...Çünki çocuklar sahaya inmişti...Tüm varlıkları ile kendilerinin olanın korunması için oradaydılar...
Ben tüm evrenin yaradılışın enerji formunda birbiri ile bağlantıda olduğuna inanan biriyim. Bana göre ağaçlar, hayvanlar, denizler, dünya , yıldızlar , varsa uzaylılar herşey ama herşey birbiri ile bağlantılı ve birlik ve bütünlük hepsinin varlığı ile gerçekleşebiliyor...Özetle en uzaktaki yıldızla aynı yaştayız ve tüm var olanla "kardeşiz"...Ağaçlar, hayvanlar , yıldızlar kardeşimiz...Komşularımız , iş arkadaşlarımız...Herşey...
Yani mahallemizdeki ağaçlarla farkında olalım olmayalım hepimizin bir bağı var. Sevgi evreninin bir parçası onlar da...Tıpkı bizim olduğumuz gibi...Bizi sadece ve sadece seviyorlar...Sevgileri ile iyileştiriyorlar besliyorlar...Yakınınızda yetişen sebze ve meyvelerin bile sizin için en faydalı olacak şekilde topraktan mineral aldığını düşünüyorum...Bu çerçevede özel tarımcılık teknikleri bile olduğunu okumuştum...
Yaratılmış olan herşey de ince bir zeka uyum ve potansiyel var...Bir tohumu ağzınıza koyup bir süre bekletip ektiğinizde toprağa , sizin tükürüğünüzden elde ettiği verilerle sizin için neyin gerekli olduğunu bilip ona göre kendini geliştirip yetiştiştirebilecek incelikte bir bilince sahip minicik bir tohumcuk...
Kuraldışı Yayıncılık'tan çıkan Çınlayan Sedir kitap serisini mutlaka okumanızı öneririm...Nasıl bir evrende yaşadığımız ve kim olduğumuzla ilgili kadim bilgiler paylaşılıyor ...Sibirya'nın ıssız Tayga ormanlarında yaşayan bilge bir kadın paylaşıyor bizimle evrenin yaradılışın sırlarını bu kitapta...Gerçekten yaşıyor mu Anastasya yoksa hayal mi bilemiyorum? Bildiğim tek şey anlattığı paylaştığı herşeyi tüm hücrelerimde hissettiğim ve doğruladığım...
Minicik bir tohumcuk ulu bir çınar ağacına dönüşebilecek potansiyele bilgiye ve donanıma sahip...
Onlar sadece "bitki" ya da "hayvan" değiller...Avatar filminde bir replik vardı hatırlarsanız...Neytiri , " Jake, Eywa seni duydu" demişti ...Hani tüm canlılar gezegenlerini istilacılardan korumak üzere Na'vi lere yardım etmişlerdi...Birbirleri ile iletişebilmiş ve bir olabilmişlerdi...Bunun üzerine cidden düşünmeliyiz bence...
Bulunduğunuz bölgedeki ağaçların amaç her ne olursa olsun yörede yaşayan insanların onay ve izni olmaksızın "katledilmesi" aslında özellikle o bölgedeki insanların ve genel anlamda hepimizin "birlik ve bütünlüğünü" bozuyor...Enerji ağında kocaman bir delik oluşuyor diyelim...Hani uzayda da var ya kara delikler...
Şunu da yazmadan duramıyacağım...Çocukluğumdan bu yana gözlemlediğim davranışları yorumlarsam, malesef biz Türklerin birer ağaç düşmanı olduğumuzu görüyorum...Fabrika ayarımız , kodlarımız ciddi bozulmuş sanki...
Yirmi yıl kadar önce Söğütlüçeşme'ye bir otobüs durağı yapmak için 5-6 dev söğüt kesilmişti. Belediye'ye başvurunca bizi yalancılıkla suçlamışlardı. Yani yokmuş öyle ağaçlar...
Daha geçenlerde Üsküdar sahilinde manzaraları açılsın diye bazı restaurantların koca meşe ağaçları kesilmiş.
Ormanları yakan, ağaçları kesen, var olan bostanları AVM ya da lüks plaza yapmaya çalışan, çekirgeler gibi tüketen ve yok eden bir tarafımız olduğunu kabul edebilirsek ancak dönüştürebiliriz bu davranışımızı...Evet bu hepimizin için de var...Dışarıdaki insanları göstermeyelim artık...
Hep kendimizin dışındakilerini suçlamak çözüm değil. Her ne oluyorsa çevremizde ve dünyamızda , bizim bir parçamız bunu onayladığı için oluyor...İçimizdeki hırs, açgözlülük, tatminsizlik, öfke , yok edicilik her ne ise bunu bulup dönüştürebilirsek toplu olarak bu çılgınlıktan kurtulabiliriz diye düşünüyorum...
Evet modern insanın içindeki boşluk ve anlamsızlık her geçen gün artıyor. Çünki ortak enerji alanımızda her gün yüzlerce binlerce "kara delikler" açmayı çok iyi beceriyoruz dünya genelinde...
Düşünce ve davranışlarımız dünya platformunda realiteye dönüşüyor...Bunu herkes söylüyor yazıyor çiziyor...Sufiler den kuantumculara şifacılardan ataistlere kadar...Farklı dillerde aynı şeyleri söylüyoruz birbirimizi duymadan anlamadan...Buna da belki direniyor bir tarafımız...
Buna devam ettiğimiz sürece insanoğlunun içinde huzur ve anlama ulaşması bana göre çok zor...
Artık birbirimizi duymanın anlamanın yani BİR olmanın zamanı gelmiştir...
Bir de asil ve temsil konusunu işlemek istiyorum burada...Bir davada temsil edilen mi yoksa temsil eden mi "asil" yani söz sahibi olarak kabul görür...Yani belediye hükümet meclis gibi kurumlar temsil eden , halk ise temsil edilendir. Bu bakış açısı ile halk "asil" yani söz sahibi olandır.
Şimdi yerel halkın iradesi dışında temsilcilerin yaptığı eylemler ne kadar hukuken meşrudur sormak istiyorum...Hukukçularımızın uluslararası hukuk ve insan hakları çerçevesinde konuyu incelemesini ve yorum getirmesini istiyorum.
Bugüne kadar halk olarak önümüze hep diretmeler zorlamalar getirildi...Melisin malısınlar...Bireysel yaşamdan toplumsal yaşama kadar bu böyle...
Artık yaşamımızın ve yaşam alanımızın kapsadığı, yaşam alanımızı paylaştığımız tüm canlıların yaşamlarının sorumluluğunu alma vakti gelmedi mi sizce? Daha neler olmasını bekliyoruz?
YAŞAM HAKKI HEMEN ŞİMDİ!
Sevgilerimle
28 Haziran 2011 Salı
27 Haziran 2011 Pazartesi
A Wild Woman in The Desert
“For me, this is just another day, so busy and so far away from what I truly want to be,“ said the young man, his heart as lonely as a desert. It was late and his head was aching ferociously. He only wanted to sleep . . . to forget his loneliness and his pain.
In a dream that night, he saw himself in a lonely desert. It was night and there was a full moon. He was naked inside an empty house. The young man watched the desert turning into a golden sea as he was transfixed by the windows of the house.
After some time, he heard a mysterious sound. He first assumed that it was the sound of his own heart beating in the silence . Then, seeing a light coming closer and closer from afar, he realised the sound was the sound of a rampant running horse.
When the light came closer, the image grew into a true picture. A woman with ivory skin on a white unicorn was approaching. The naked woman had long golden hair flowing in the wind. A white wolf pack was following her.
When the woman arrived in front of the house , the unicorn stopped and the woman alighted. The wolves were sitting on the ground in silence and watching her, mesmerized.
The woman looked towards the young man with eyes full of light and smiled. Even though she was not speaking aloud, he heard her in his mind asking, ‘’Would you allow me?’’ Then he replied from inside by whispering ,‘’Yes’’. He was carried away within her being. Then the woman stretched her hand to the young man and said, silently, ‘’Come with me!”. The young man slowly walked out of his house .
For a while they walked under the full moon shining upon the desert, hand in hand. The young man’s heart was about to burst. The woman was unbelievably calm and peaceful. It was like she knew all things which have happened, which are happening . . . and also those which will happen .
Suddenly she stopped and pointed her right hand to a point in the desert. A magnificient oasis appeared in the middle of the desert. A secret place, created only for them . . .
She walked with the young man, holding his hand, and descended into the pool of water. When her foot touched the water, it lightened and colourful lights spread all around in the desert. At that moment , the woman transformed into a blue mermaid.
Colourful lights also touched his body. The woman touched, with her lights, the secret places in his body. Her light penetrated his mind and heart. The young man experienced pure love for the first time in his life. Then he offered himself to the goddess of the desert , the blue mermaid.The woman accepted the offer with a smile and blessed his being with the secret of life. Their laughter echoed around the desert and even to the stars.
The young man woke up shaking . . . with a feeling of satisfaction and peace which he had never felt before. While he was still feeling sorrow because it was only a wonderful dream, he found sand and seashells in his bed. A warm smile came to his face, which then became radiant.
Later, when he turned on the radio while having his morning coffee, he was astonished. They were talking about a star which had come extremely close to earth the previous night. The star had lightened the night like day. He jumped for joy. He knew he had met his star.
Suddenly, he felt the lonely desert in his heart become a beautiful green valley. Tears of happiness flowed copiously from his eyes. His heart reawakened . . . to life and love.
(This story was published in my story book named ''Mermaid Stories for Adults'' in February 2011.)
In a dream that night, he saw himself in a lonely desert. It was night and there was a full moon. He was naked inside an empty house. The young man watched the desert turning into a golden sea as he was transfixed by the windows of the house.
After some time, he heard a mysterious sound. He first assumed that it was the sound of his own heart beating in the silence . Then, seeing a light coming closer and closer from afar, he realised the sound was the sound of a rampant running horse.
When the light came closer, the image grew into a true picture. A woman with ivory skin on a white unicorn was approaching. The naked woman had long golden hair flowing in the wind. A white wolf pack was following her.
When the woman arrived in front of the house , the unicorn stopped and the woman alighted. The wolves were sitting on the ground in silence and watching her, mesmerized.
The woman looked towards the young man with eyes full of light and smiled. Even though she was not speaking aloud, he heard her in his mind asking, ‘’Would you allow me?’’ Then he replied from inside by whispering ,‘’Yes’’. He was carried away within her being. Then the woman stretched her hand to the young man and said, silently, ‘’Come with me!”. The young man slowly walked out of his house .
For a while they walked under the full moon shining upon the desert, hand in hand. The young man’s heart was about to burst. The woman was unbelievably calm and peaceful. It was like she knew all things which have happened, which are happening . . . and also those which will happen .
Suddenly she stopped and pointed her right hand to a point in the desert. A magnificient oasis appeared in the middle of the desert. A secret place, created only for them . . .
She walked with the young man, holding his hand, and descended into the pool of water. When her foot touched the water, it lightened and colourful lights spread all around in the desert. At that moment , the woman transformed into a blue mermaid.
Colourful lights also touched his body. The woman touched, with her lights, the secret places in his body. Her light penetrated his mind and heart. The young man experienced pure love for the first time in his life. Then he offered himself to the goddess of the desert , the blue mermaid.The woman accepted the offer with a smile and blessed his being with the secret of life. Their laughter echoed around the desert and even to the stars.
The young man woke up shaking . . . with a feeling of satisfaction and peace which he had never felt before. While he was still feeling sorrow because it was only a wonderful dream, he found sand and seashells in his bed. A warm smile came to his face, which then became radiant.
Later, when he turned on the radio while having his morning coffee, he was astonished. They were talking about a star which had come extremely close to earth the previous night. The star had lightened the night like day. He jumped for joy. He knew he had met his star.
Suddenly, he felt the lonely desert in his heart become a beautiful green valley. Tears of happiness flowed copiously from his eyes. His heart reawakened . . . to life and love.
(This story was published in my story book named ''Mermaid Stories for Adults'' in February 2011.)
23 Haziran 2011 Perşembe
Onun Bir Hayali Var!
Okullar kapanır kapanmaz ben de kendime üç günlük bir tatil verdim...Trene atlayıp Ankara'ya yakın bir arkadaşımın yanına gittim...
İşte Ankara'da tanıştığım çok özel birini tanıtmak istiyorum sizlere...
O bir otistik erkek çocuk annesi...İçimizden biri...Adı Candan Dilek Solak...
1968 Ankara doğumlu.Hacettepe Üniversitesi'nde Matematik okumuş. Çok çok severek okumuş bu bölümü. Ben de matematik aşığı biri olarak çok iyi anlıyorum Dilek'i...
Şu anda bir lisede matematik öğretmenliği yapıyor. ''Kişiliğime uygun bir meslek bu ''diyor...Bunu söylerken yüzüne yayılan kocaman gülümsemeden söylediğine yürekten inandığını anlıyorsunuz...
1993 yılında evlenmiş Dilek. Eşi tıp doktoru.Özellikle eşinin mesleğinin altını çizmemi rica etti.1995 yılında oğlu Can Berk Özbek doğuyor. Çok mutlu oluyor Dilek oğlunun varlığı ile...Ancak Berk bir buçuk yaşına gelince Dilek Berk'in "farklı" bir çocuk olduğunu anlıyor.
Berk göz teması kurmaktan çekiniyormuş. Adı söylenince dönüp bakmazmış. Bir de oyuncakları ile farklı oynarmış. Oyuncakları ile sürekli olarak vurarak, döndürerek ya da dizerek oynadığını söylüyor Dilek.
Berk'in babası bir türlü kabul edemiyor durumu. Vardı yoktu derken ancak üç yaşında Berk'e otistik teşhisi konulabiliyor. Bunu ilk duyduğunda intihar etmeyi düşünmüş bir an Dilek. Eşine " Beni doktora götür ölmek istemiyorum "demiş. Ancak eşi "Sana bir şey olmaz, ben bunu kimseye söyleyemem" demiş. O an Dilek kendine gelmiş. Tokat etikisi yaratmış Dilek'te eşinin bu tarz yaklaşımı. Hastalığı ve herşeyi kabul etmiş. Kendine sarılmış , kendine sahip çıkmış ve uzun soluklu yolculuğuna başlamış.O günden bu güne özel eğitimden özel eğitime koşturup durmuş biricik oğlu Berk ile.
"Ailem ve arkadaşlarım benim hep yanımdaydı bu süreçte. O nedenle çok şanslıyım" diyor Dilek. Ancak Berk büyüdükçe aile ve arkadaş çevresi dışında duyarsızlık dolu tepkiler de çok görmüş. Bir gün otobüste krize girince Berk , bir kadının "Sen ne biçim annesin" diye onu ve oğlunu otobüsten attırdığını anlattı...
Ancak toplumun otistik çocuk sayısındaki inanılmaz artış nedeni ile şu anda daha bilinçli olduğunu iletti. Berk 11 yaşında iken Alanya'da tatildeymişler. 9 yaşında bir kız çocuğunun yanlarına gelerek " Annem sizin oğlunuzun diğer çocuklardan daha çok arkadaşa ihtiyacı olduğunu ve onunla oynamamı söyledi" demesini ve iki çocuğun tüm gün konuşmasalar da nasıl eğlendiklerini anlatıyor.
Otistik çocuklar on beş yaşına kadar tam günlük eğitim desteği bulabiliyormuş. Ancak onbeş yaş üstü için herhangi bir eğitim ya da bakım evi bulunmuyormuş ülkemizde. Açıkçası ben de bilgisizliğimden biraz utandım karşısında Dilek'in.
Berk daha önce gittiği okullarda çok sık öğretmen değişiklikleri nedeni ile çok zorlanmış. Tüm otistik çocuklar için çok zorlayıcı olduğunu söylüyor bu durumun Dilek.
Otistik çocuğu olan annelerin sürekli olarak , "Ben ölünce çocuğuma kim bakacak ?" sorusunu sorduğunu ve yanıt bulamadığını iletiyor. Otistik çocukların diğer çocuklar gibi fiziksel olarak sağlıklı olduğunu ve sağlığı elverdiği ölçüde yetmiş seksen doksan sene yaşabildiğini iletiyor Dilek. " Bu da gerçekten ebeveynlerin yokluğunda çocuklara kimin bakacağı sorusunu gündeme getiriyor? "diyor.
Bu zorlu süreçte eşi ile de yolları ayrılmış Dilek'in. Tek başına yola devam ediyor bu cesur yürekli kadın.
Hem kendi oğlu için hem de tüm diğer otistik çocuklar için ışık olabilecek umut olabilecek bir hayali var Dilek'in. Avrupa 'daki örneklerinde olduğu gibi bir Otistikler Köyü kurabilmek...
"Oğlumu bir gün emanet edebileceğim bir yer kurmak üzere dernek çalışmalarına başladım. Varolan dernekler genelde özel eğitim odaklı." diyor.
İşte kardeşi Kağan Solak ile kurduğu OTİZMLE SOSYAL YAŞAM DERNEĞİ isimli dernek ile onbeş yaş üzeri otistik çocuklara sosyal aktivite imkanları sunan tam gün bir gündüz bakımevi kurmayı amaçlıyorlar ilk adım olarak. Daha sonra da gece bakımevini devreye sokabilmeyi arzu ediyorlar.
Özürlü çocuklara aileden kalan bir güvence yoksa, devlet SGK'dan maaş bağlıyormuş. Ancak bu maaş yeterli değilmiş .
Binde 2 oranında otistik çocuk doğuyormuş dünyada. Bu hesaba göre Türkiye'de yaklaşık 20.000 otistik çocuk olduğunu düşünüyorlar.
Çocukların yetenek ve potansiyellerinin keşif edilip ona göre yönlendirileceği bir ortamı hedefliyorlar.
En büyük hayali olan Otistikler Köyü'nde her otistik en iyi yaptığı şeyi yaparak katkı sağlıyormuş köye. Kendi yaptıkları eserleri , ürünleri satarak gerekli geliri temin edebiliyorlarmış. İmece usulü yaşayan kocaman bir aile gibi tıpkı...Elbette başlarında eğitmen veya danışman profilli uzman kişiler de oluyormuş...
Benim gözümde canlandı Dilek'in hayali gerçekten...Evet görebiliyorum bu köyü...Ancak evladına duğduğu derin aşk ile bir anne yüreği böylesi bir projeyi hayata geçirebilecek gücü, cesareti , azmi bulabilir ... Dilek kendi özvarlığını yaşama geçirmiş kendini gerçekleştirmiş olacak bu köyün açılış günü...Bunu hissediyor ve biliyorum ta derinlerimden...
EU bünyesindeki projeleri de takip ediyor Dilek. Hatta kendi projelerini de hazırlamak istiyorlar...
27 Haziran 2011 saat 19:00 'da Ankara'daki derneğin açılışına herkesi davet ediyorlar...İletişim için 0505 594 13 12 numaralı cep teli arayabilirsiniz.
Dilek'in otistik çocuk annelerine mesajı " Çok ağır bir işte olsa üstesinden gelebileceklerini unutmasınlar." şeklinde.
Aklına gelen ilk çocukluk anısını Dilek'e de sordum...
"Çok güzel bir çocukluk geçirdim. İlk aklıma gelen anım Çubuk Barajı'nda yaşadığım bir olay. Top oynuyorduk ve top baraja doğru fırladı. Ben de hiç düşünmeden topun peşinden fırladım. Nerede ise suya düşecekken babam ayağımdan beni yakalayıp kurtardı . Babamın yanımda olduğunu ve sevgisini en çok hissettiğim anımdır bu" dedi.
Klasik olarak mutluluğun tanımını ona da sordum elbette. "Kişinin sorumluluklarını fark edip hayata karşı kendini güçlü hissetmesi" şeklinde yanıtlıyor beni Dilek.
Ve beni en çok etkileyen bölüme geliyoruz şimdi.
Bana göre Dilek başına gelen bu olay ile yıkılmamış , olanı olduğu gibi kabul edip acısını yaşamış. Kurban rolünü seçmemiş özetle o ve yaşadığı bu zor deneyimi herkes için umududa çevirebilmiş.
Herkesin geçmişinde acılı deneyimler olmuştur. Ancak şu anda kim olmayı seçtiğimiz bence bizim yaşama ve kendimize verdiğimiz yanıt...
İşte Dilek tüm otistik çocuklu annelere umut ışığını yakmayı seçmiş kocaman yürekli bir kadın.
Dilek yaşam misyonunu bulmuş bir vizyoner gerçekten.
Ona yaşam misyonunu arayanlara ne söylemek istersin diye sordum bu sefer...Açıkçası yanıtını pek bir merak ettim.
"Misyonunu bulmak için sağa sola koşturmak yerine kişi kendini yaşama bırakmalı, misyonunu gelir onu bulur"
İşte...Benim de duymak istediğim bu idi sanırım...
Evet Dilek'in bir hayali var! Bu hayalin gerçekleşmesi için öncelikle biz annelerin onun yanında onu destekleyen bir duruş içinde olmamızın onu inanılmaz motive edeceğine inanıyorum.
Neler mi yapabiliriz?
Derneğe bireysel olarak üye olabiliriz, Dilek'in çalıştığımız kurumun sponsorluk ya da sosyal sorumluluk projelerine aday olarak bu projeyi sunabilmesine yardımcı olabiliriz, tanıdığımız ünlülerin bu projeyi desteklemesi için projeyi kendilerine tanıtabiliriz, tüm çevremize duyurabiliriz bu yeni oluşumu...
Herşeyden önemlisi Dilek ile aynı vizyonu paylaşıp onun hayalini gerçekleştirmesi için yanında olduğumuzu ; bu özel günde açılışa katılarak , mesaj ileterek ya da kendi uzmanlık alanımıza göre projeyi nasıl destekleyebileceğimiz konusunda onunla iletişime geçerek ve daha pek çok şekilde gösterebiliriz...
Dilek varlığı ile bence hepimize ilham oluyor...Hiçbir şey yaşam misyonumuzu bulmamıza ve onu gerçekleştirmemize engel değil...Ve hiçbir zaman da geç değil...
Bu sadece onun değil hepimizin , Türkiye'nin projesi!
İyi ki varsın Dilek!
Sevgilerimle
İşte Ankara'da tanıştığım çok özel birini tanıtmak istiyorum sizlere...
O bir otistik erkek çocuk annesi...İçimizden biri...Adı Candan Dilek Solak...
1968 Ankara doğumlu.Hacettepe Üniversitesi'nde Matematik okumuş. Çok çok severek okumuş bu bölümü. Ben de matematik aşığı biri olarak çok iyi anlıyorum Dilek'i...
Şu anda bir lisede matematik öğretmenliği yapıyor. ''Kişiliğime uygun bir meslek bu ''diyor...Bunu söylerken yüzüne yayılan kocaman gülümsemeden söylediğine yürekten inandığını anlıyorsunuz...
1993 yılında evlenmiş Dilek. Eşi tıp doktoru.Özellikle eşinin mesleğinin altını çizmemi rica etti.1995 yılında oğlu Can Berk Özbek doğuyor. Çok mutlu oluyor Dilek oğlunun varlığı ile...Ancak Berk bir buçuk yaşına gelince Dilek Berk'in "farklı" bir çocuk olduğunu anlıyor.
Berk göz teması kurmaktan çekiniyormuş. Adı söylenince dönüp bakmazmış. Bir de oyuncakları ile farklı oynarmış. Oyuncakları ile sürekli olarak vurarak, döndürerek ya da dizerek oynadığını söylüyor Dilek.
Berk'in babası bir türlü kabul edemiyor durumu. Vardı yoktu derken ancak üç yaşında Berk'e otistik teşhisi konulabiliyor. Bunu ilk duyduğunda intihar etmeyi düşünmüş bir an Dilek. Eşine " Beni doktora götür ölmek istemiyorum "demiş. Ancak eşi "Sana bir şey olmaz, ben bunu kimseye söyleyemem" demiş. O an Dilek kendine gelmiş. Tokat etikisi yaratmış Dilek'te eşinin bu tarz yaklaşımı. Hastalığı ve herşeyi kabul etmiş. Kendine sarılmış , kendine sahip çıkmış ve uzun soluklu yolculuğuna başlamış.O günden bu güne özel eğitimden özel eğitime koşturup durmuş biricik oğlu Berk ile.
"Ailem ve arkadaşlarım benim hep yanımdaydı bu süreçte. O nedenle çok şanslıyım" diyor Dilek. Ancak Berk büyüdükçe aile ve arkadaş çevresi dışında duyarsızlık dolu tepkiler de çok görmüş. Bir gün otobüste krize girince Berk , bir kadının "Sen ne biçim annesin" diye onu ve oğlunu otobüsten attırdığını anlattı...
Ancak toplumun otistik çocuk sayısındaki inanılmaz artış nedeni ile şu anda daha bilinçli olduğunu iletti. Berk 11 yaşında iken Alanya'da tatildeymişler. 9 yaşında bir kız çocuğunun yanlarına gelerek " Annem sizin oğlunuzun diğer çocuklardan daha çok arkadaşa ihtiyacı olduğunu ve onunla oynamamı söyledi" demesini ve iki çocuğun tüm gün konuşmasalar da nasıl eğlendiklerini anlatıyor.
Otistik çocuklar on beş yaşına kadar tam günlük eğitim desteği bulabiliyormuş. Ancak onbeş yaş üstü için herhangi bir eğitim ya da bakım evi bulunmuyormuş ülkemizde. Açıkçası ben de bilgisizliğimden biraz utandım karşısında Dilek'in.
Berk daha önce gittiği okullarda çok sık öğretmen değişiklikleri nedeni ile çok zorlanmış. Tüm otistik çocuklar için çok zorlayıcı olduğunu söylüyor bu durumun Dilek.
Otistik çocuğu olan annelerin sürekli olarak , "Ben ölünce çocuğuma kim bakacak ?" sorusunu sorduğunu ve yanıt bulamadığını iletiyor. Otistik çocukların diğer çocuklar gibi fiziksel olarak sağlıklı olduğunu ve sağlığı elverdiği ölçüde yetmiş seksen doksan sene yaşabildiğini iletiyor Dilek. " Bu da gerçekten ebeveynlerin yokluğunda çocuklara kimin bakacağı sorusunu gündeme getiriyor? "diyor.
Bu zorlu süreçte eşi ile de yolları ayrılmış Dilek'in. Tek başına yola devam ediyor bu cesur yürekli kadın.
Hem kendi oğlu için hem de tüm diğer otistik çocuklar için ışık olabilecek umut olabilecek bir hayali var Dilek'in. Avrupa 'daki örneklerinde olduğu gibi bir Otistikler Köyü kurabilmek...
"Oğlumu bir gün emanet edebileceğim bir yer kurmak üzere dernek çalışmalarına başladım. Varolan dernekler genelde özel eğitim odaklı." diyor.
İşte kardeşi Kağan Solak ile kurduğu OTİZMLE SOSYAL YAŞAM DERNEĞİ isimli dernek ile onbeş yaş üzeri otistik çocuklara sosyal aktivite imkanları sunan tam gün bir gündüz bakımevi kurmayı amaçlıyorlar ilk adım olarak. Daha sonra da gece bakımevini devreye sokabilmeyi arzu ediyorlar.
Özürlü çocuklara aileden kalan bir güvence yoksa, devlet SGK'dan maaş bağlıyormuş. Ancak bu maaş yeterli değilmiş .
Binde 2 oranında otistik çocuk doğuyormuş dünyada. Bu hesaba göre Türkiye'de yaklaşık 20.000 otistik çocuk olduğunu düşünüyorlar.
Çocukların yetenek ve potansiyellerinin keşif edilip ona göre yönlendirileceği bir ortamı hedefliyorlar.
En büyük hayali olan Otistikler Köyü'nde her otistik en iyi yaptığı şeyi yaparak katkı sağlıyormuş köye. Kendi yaptıkları eserleri , ürünleri satarak gerekli geliri temin edebiliyorlarmış. İmece usulü yaşayan kocaman bir aile gibi tıpkı...Elbette başlarında eğitmen veya danışman profilli uzman kişiler de oluyormuş...
Benim gözümde canlandı Dilek'in hayali gerçekten...Evet görebiliyorum bu köyü...Ancak evladına duğduğu derin aşk ile bir anne yüreği böylesi bir projeyi hayata geçirebilecek gücü, cesareti , azmi bulabilir ... Dilek kendi özvarlığını yaşama geçirmiş kendini gerçekleştirmiş olacak bu köyün açılış günü...Bunu hissediyor ve biliyorum ta derinlerimden...
EU bünyesindeki projeleri de takip ediyor Dilek. Hatta kendi projelerini de hazırlamak istiyorlar...
27 Haziran 2011 saat 19:00 'da Ankara'daki derneğin açılışına herkesi davet ediyorlar...İletişim için 0505 594 13 12 numaralı cep teli arayabilirsiniz.
Dilek'in otistik çocuk annelerine mesajı " Çok ağır bir işte olsa üstesinden gelebileceklerini unutmasınlar." şeklinde.
Aklına gelen ilk çocukluk anısını Dilek'e de sordum...
"Çok güzel bir çocukluk geçirdim. İlk aklıma gelen anım Çubuk Barajı'nda yaşadığım bir olay. Top oynuyorduk ve top baraja doğru fırladı. Ben de hiç düşünmeden topun peşinden fırladım. Nerede ise suya düşecekken babam ayağımdan beni yakalayıp kurtardı . Babamın yanımda olduğunu ve sevgisini en çok hissettiğim anımdır bu" dedi.
Klasik olarak mutluluğun tanımını ona da sordum elbette. "Kişinin sorumluluklarını fark edip hayata karşı kendini güçlü hissetmesi" şeklinde yanıtlıyor beni Dilek.
Ve beni en çok etkileyen bölüme geliyoruz şimdi.
Bana göre Dilek başına gelen bu olay ile yıkılmamış , olanı olduğu gibi kabul edip acısını yaşamış. Kurban rolünü seçmemiş özetle o ve yaşadığı bu zor deneyimi herkes için umududa çevirebilmiş.
Herkesin geçmişinde acılı deneyimler olmuştur. Ancak şu anda kim olmayı seçtiğimiz bence bizim yaşama ve kendimize verdiğimiz yanıt...
İşte Dilek tüm otistik çocuklu annelere umut ışığını yakmayı seçmiş kocaman yürekli bir kadın.
Dilek yaşam misyonunu bulmuş bir vizyoner gerçekten.
Ona yaşam misyonunu arayanlara ne söylemek istersin diye sordum bu sefer...Açıkçası yanıtını pek bir merak ettim.
"Misyonunu bulmak için sağa sola koşturmak yerine kişi kendini yaşama bırakmalı, misyonunu gelir onu bulur"
İşte...Benim de duymak istediğim bu idi sanırım...
Evet Dilek'in bir hayali var! Bu hayalin gerçekleşmesi için öncelikle biz annelerin onun yanında onu destekleyen bir duruş içinde olmamızın onu inanılmaz motive edeceğine inanıyorum.
Neler mi yapabiliriz?
Derneğe bireysel olarak üye olabiliriz, Dilek'in çalıştığımız kurumun sponsorluk ya da sosyal sorumluluk projelerine aday olarak bu projeyi sunabilmesine yardımcı olabiliriz, tanıdığımız ünlülerin bu projeyi desteklemesi için projeyi kendilerine tanıtabiliriz, tüm çevremize duyurabiliriz bu yeni oluşumu...
Herşeyden önemlisi Dilek ile aynı vizyonu paylaşıp onun hayalini gerçekleştirmesi için yanında olduğumuzu ; bu özel günde açılışa katılarak , mesaj ileterek ya da kendi uzmanlık alanımıza göre projeyi nasıl destekleyebileceğimiz konusunda onunla iletişime geçerek ve daha pek çok şekilde gösterebiliriz...
Dilek varlığı ile bence hepimize ilham oluyor...Hiçbir şey yaşam misyonumuzu bulmamıza ve onu gerçekleştirmemize engel değil...Ve hiçbir zaman da geç değil...
Bu sadece onun değil hepimizin , Türkiye'nin projesi!
İyi ki varsın Dilek!
Sevgilerimle
Etiketler:
Otistikler Köyü,
Otizm,
Otizmle Sosyal Yaşam Derneği
21 Haziran 2011 Salı
About Caribbean Pirates and Mermaids
Few weeks ago I watched the last Caribbean Pirates film named "Pirates of the Caribbean, On Stranger Tides"
PIRATES OF THE CARIBBEAN ON STRANGER TIDES
Honestly speaking ,I was so curious to see how they treated the mermaid phenomen...
As you can see my blog name is even given after a mermaid...The Blue mermaid...
Since few years I have been working on ''mermaid'' phenomen via my poetry , stories and so on...
I want to share below information I got from a site named www.changingminds.org about Jung's Archetypes...
Psychologist Carl Gustav Jung described several archetypes that are based in the observation of differing but repeating patterns of thought and action that re-appear time and again across people, countries and continents.
Jung's main archetypes are not 'types' in the way that each person may be classified as one or the other. Rather, we each have all basic archetypes within us. He listed four main forms of archetypes:
The Shadow
The Shadow is a very common archetype that reflects deeper elements of our psyche, where 'latent dispositions' which are common to us all arise. It also reflects something that was once split from us in early management of the objects in our lives.
It is, by its name, dark, shadowy, unknown and potentially troubling. It embodies chaos and wildness of character. The shadow thus tends not to obey rules, and in doing so may discover new lands or plunge things into chaos and battle. It has a sense of the exotic and can be disturbingly fascinating. In myth, it appears as the wild man, spider-people, mysterious fighters and dark enemies.
We may see the shadow in others and, if we dare, know it in ourselves. Mostly, however, we deny it in ourselves and project it onto others. It can also have a life of its own, as the Other. A powerful goal that some undertake is to re-integrate the shadow, the dark side, and the light of the 'real' self. If this can be done effectively, then we can become 'whole' once again, bringing together that which was once split from us.
Our shadow may appear in dreams, hallucinations and musings, often as something or someone who is bad, fearsome or despicable in some way. It may seduce through false friendship or threaten with callous disregard. Encounters with it, as an aspect of the subconscious, may reveal deeper thoughts and fears. It may also take over direct physical action when the person is confused, dazed or drugged.
The Anima and Animus
The second most prevalent pattern is that of the Anima (male), Animus (female), or, more simply, the Soul, and is the route to communication with the collective unconscious. The anima/animus represents our true self, as opposed to the masks we wear every day and is the source of our creativity.
The anima/animus may appear as someone exotic or unusual in some way, perhaps with amazing skills and powers. In fiction, heroes, super-heroes and gods may represent these powerful beings and awaken in us the sense of omnipotence that we knew in that very early neonatal phase.
Anima and animus are male and female principles that represent this deep difference. Whilst men have an fundamental anima and women an animus, each may also have the other, just as men have a feminine side and women a masculine. Jung saw men as having one dominant anima, contributed to by female members of his family, whilst women have a more complex, variable animus, perhaps made of several parts.
Jung theorized the development of the anima/animus as beginning with infant projection onto the mother, then projecting onto prospective partners until a lasting relationship can be found.
The Syzygy (the divine couple)
In combination, the anima and animus are known as syzygy (a word also used to denote alignment of planets), representing wholeness and completion. This combining brings great power and can be found in religious combinations such as the Christian Holy Trinity (Father, Son and Holy ghost).
A perfect partnership between man and woman can occur when not only are our physical forms compatible but also the anima and animus. Thus you might find your soul-mate. Finding our matching other half is a lifetime of search for many of us, and few of us succeed in this quest. Love of another indicates an actual, perceived or hoped-for close match.
The Self
For Jung, the self is not just 'me' but God. It is the spirit that connects and is part of the universe. It is the coherent whole that unifies both consciousness and unconsciousness. It may be found elsewhere in such principles as nirvana and ecstatic harmony. It is perhaps what Jaques Lacan called 'the real'.
Jung described creation of the self as a process of individuation, where all aspects are brought together as one. Thus 're-birth' is returning to the wholeness of birth, before we start to split our selves into many parts.
Other archetypes
Jung said that there are a large number of archetypes. These are often linked to the main archetypes and may represent aspects of them. They also overlap and many can appear in the same person. For example:
Deep origins
A notable characteristic of Jung's archetypes is that we recognize them in image and emotion. This gives a profound effects on us and implies that they have deep and primitive origins. They thus have a particular potential for significance and may be feared or revered as mysterious signifiers of things beyond our complete understanding.
In earlier work, Jung linked the archetypes to heredity and considered them as instinctual. Yet wherever he looked across cultures, he found the same archetypes and thus came to conceptualize them as fundamental forces that somehow exist beyond us. They have existed in ancient myths as elemental spirits and Jung sought to link with this deep and old experience.
See also
Jung, C.G. (1964). Man and His Symbols, New York; Doubleday and Company, Inc.
If I come back to my view, in summary I understand we all got some kind of a mythological figure and/or aspects working in our psycology as the symbol of our journey or life story...
Returning to the film again , honestly I was very much uneasy with "the mermaid experince" of the pirates in the first part of the film...
This was not exactly what I was describing in my poetry and/or stories...Also not exactly what I feel inside...
The mermaids were hypnotizing the pirates with their beauty and songs and capturing them down to the sea...They were shown as like vampires in the film...After they took the men under the depth of the sea they were killing them...Really heavy!
It was very terrifiying and direful image...I became so nerveous and disturbed inside...Nevertheless I knew deep in my heart this was not the whole thing...So I was more curious for the second part...
The good man ,Philip, (forgeting him to be a religious figure in the film) was so helpful and merciful towards the mermaid captured by the pirates for her tears...
The pirates were after the elusive fountaion of youth ...They needed a drop of a mermaid tear...This is why they captured a mermaid on their way...The mermaid name was Syrena...This name was given by the good man...
As I learnt from a well known astrolofist in İstanbul , Syrena in the mtyhology was a woman suffered from her father and than her husband and eventually killed herself in the river...Than after she transformed in to a mermaid and served the universe afterwords...I beleive Syrena is the symbol of healing loving caring feminen part in collective consciousness...She has love and mercy in her heart only...She is like a seed of love which only needs a fertile earth to sprout up...
SYRENA IN THE FILM
Nevertheless as all men the good man also believed so that the mermaids were having "killing nature"...I beleive the first part of the film was reflecting the feminen fear in the men collective consciousness...
But he was shocked when the mermaid explained him so that she just wanted to protect him from a falling wall while she was captured actually...
Than she said to him '' You are different. You are the protector''...Because of his protecting nature in fact she wanted to protect him...
Yes all other people including beatiful Angelica were having the ''destroying'' nature according her...
I will not go in details for whom are going to watch the film...
But after sometime the good man came to save her, she simply asked ''Why?''...He replied her like ''You never heard about compassion or mercy''...Than tears came out from her lightful eyes...This is how Blackbeard took her tears...Very cruel indeed!
Towards the end of the film he came to free and save her once more...As far as I remember he said '' After I saw your face I have peace in my heart now...Everthing has lost its meaning... I only need your forgiveness because of I caused you to suffer like this''...Than the mermaid said two times him...''Ask for it''...When he said ''Please forgive me'' than she kissed him and she took him under the water...When a man kissed by the mermaid he can breath in the sea according to common belief...Than we saw they were swimming away together towards lightful depth of the sea...
SYRENA AND PHILIP
I was totally in tears and joy to see this final ...Because this was exactly overlaping with my message in my writings...Specially in my stories...
The mermaids are love and light creatures and because of that they are perfect mirrors...Whatever you reflect them they response back to you accordingly...
In the film the ones had destructive nature were destroyed...The one who had protecting nature was protected...This is my outcome from the film...
After the good man opened his heart fearlessly to her being and ask forgiveness for all pain and sorrow he caused to her , he received his second life...His salvation ...All his wounds were healed and total peace was establihed in his heart...No darkness or fear can resist to such pure love and powerfull light...
This part was like the symbol of forgiving and unifying both of our inner feminen and masculine parts...Forgiveness is a greatest healing power...It heals both sides whom are seeking the healing in the first place...
Forgiveness is also the strongest unifiying element in the universe ..When we forgive , we are ONE...If we want to unify and become one with some one or some thing we need to forgive in the first place...
These are the special times for our inner feminen and masculine parts are accepting each other and becoming ONE again as they were used to be...
These are the special times for us to open ourselves to our partner in our life without any fear...And become ONE...
These are the special times to forgive and become ONE in all...Once more again...As we all used to be...
with love
The Blue Mermaid
PIRATES OF THE CARIBBEAN ON STRANGER TIDES
Honestly speaking ,I was so curious to see how they treated the mermaid phenomen...
As you can see my blog name is even given after a mermaid...The Blue mermaid...
Since few years I have been working on ''mermaid'' phenomen via my poetry , stories and so on...
I want to share below information I got from a site named www.changingminds.org about Jung's Archetypes...
Psychologist Carl Gustav Jung described several archetypes that are based in the observation of differing but repeating patterns of thought and action that re-appear time and again across people, countries and continents.
Jung's main archetypes are not 'types' in the way that each person may be classified as one or the other. Rather, we each have all basic archetypes within us. He listed four main forms of archetypes:
The Shadow
The Shadow is a very common archetype that reflects deeper elements of our psyche, where 'latent dispositions' which are common to us all arise. It also reflects something that was once split from us in early management of the objects in our lives.
It is, by its name, dark, shadowy, unknown and potentially troubling. It embodies chaos and wildness of character. The shadow thus tends not to obey rules, and in doing so may discover new lands or plunge things into chaos and battle. It has a sense of the exotic and can be disturbingly fascinating. In myth, it appears as the wild man, spider-people, mysterious fighters and dark enemies.
We may see the shadow in others and, if we dare, know it in ourselves. Mostly, however, we deny it in ourselves and project it onto others. It can also have a life of its own, as the Other. A powerful goal that some undertake is to re-integrate the shadow, the dark side, and the light of the 'real' self. If this can be done effectively, then we can become 'whole' once again, bringing together that which was once split from us.
Our shadow may appear in dreams, hallucinations and musings, often as something or someone who is bad, fearsome or despicable in some way. It may seduce through false friendship or threaten with callous disregard. Encounters with it, as an aspect of the subconscious, may reveal deeper thoughts and fears. It may also take over direct physical action when the person is confused, dazed or drugged.
The Anima and Animus
The second most prevalent pattern is that of the Anima (male), Animus (female), or, more simply, the Soul, and is the route to communication with the collective unconscious. The anima/animus represents our true self, as opposed to the masks we wear every day and is the source of our creativity.
The anima/animus may appear as someone exotic or unusual in some way, perhaps with amazing skills and powers. In fiction, heroes, super-heroes and gods may represent these powerful beings and awaken in us the sense of omnipotence that we knew in that very early neonatal phase.
Anima and animus are male and female principles that represent this deep difference. Whilst men have an fundamental anima and women an animus, each may also have the other, just as men have a feminine side and women a masculine. Jung saw men as having one dominant anima, contributed to by female members of his family, whilst women have a more complex, variable animus, perhaps made of several parts.
Jung theorized the development of the anima/animus as beginning with infant projection onto the mother, then projecting onto prospective partners until a lasting relationship can be found.
The Syzygy (the divine couple)
In combination, the anima and animus are known as syzygy (a word also used to denote alignment of planets), representing wholeness and completion. This combining brings great power and can be found in religious combinations such as the Christian Holy Trinity (Father, Son and Holy ghost).
A perfect partnership between man and woman can occur when not only are our physical forms compatible but also the anima and animus. Thus you might find your soul-mate. Finding our matching other half is a lifetime of search for many of us, and few of us succeed in this quest. Love of another indicates an actual, perceived or hoped-for close match.
The Self
For Jung, the self is not just 'me' but God. It is the spirit that connects and is part of the universe. It is the coherent whole that unifies both consciousness and unconsciousness. It may be found elsewhere in such principles as nirvana and ecstatic harmony. It is perhaps what Jaques Lacan called 'the real'.
Jung described creation of the self as a process of individuation, where all aspects are brought together as one. Thus 're-birth' is returning to the wholeness of birth, before we start to split our selves into many parts.
Other archetypes
Jung said that there are a large number of archetypes. These are often linked to the main archetypes and may represent aspects of them. They also overlap and many can appear in the same person. For example:
Deep origins
A notable characteristic of Jung's archetypes is that we recognize them in image and emotion. This gives a profound effects on us and implies that they have deep and primitive origins. They thus have a particular potential for significance and may be feared or revered as mysterious signifiers of things beyond our complete understanding.
In earlier work, Jung linked the archetypes to heredity and considered them as instinctual. Yet wherever he looked across cultures, he found the same archetypes and thus came to conceptualize them as fundamental forces that somehow exist beyond us. They have existed in ancient myths as elemental spirits and Jung sought to link with this deep and old experience.
See also
Jung, C.G. (1964). Man and His Symbols, New York; Doubleday and Company, Inc.
If I come back to my view, in summary I understand we all got some kind of a mythological figure and/or aspects working in our psycology as the symbol of our journey or life story...
Returning to the film again , honestly I was very much uneasy with "the mermaid experince" of the pirates in the first part of the film...
This was not exactly what I was describing in my poetry and/or stories...Also not exactly what I feel inside...
The mermaids were hypnotizing the pirates with their beauty and songs and capturing them down to the sea...They were shown as like vampires in the film...After they took the men under the depth of the sea they were killing them...Really heavy!
It was very terrifiying and direful image...I became so nerveous and disturbed inside...Nevertheless I knew deep in my heart this was not the whole thing...So I was more curious for the second part...
The good man ,Philip, (forgeting him to be a religious figure in the film) was so helpful and merciful towards the mermaid captured by the pirates for her tears...
The pirates were after the elusive fountaion of youth ...They needed a drop of a mermaid tear...This is why they captured a mermaid on their way...The mermaid name was Syrena...This name was given by the good man...
As I learnt from a well known astrolofist in İstanbul , Syrena in the mtyhology was a woman suffered from her father and than her husband and eventually killed herself in the river...Than after she transformed in to a mermaid and served the universe afterwords...I beleive Syrena is the symbol of healing loving caring feminen part in collective consciousness...She has love and mercy in her heart only...She is like a seed of love which only needs a fertile earth to sprout up...
SYRENA IN THE FILM
Nevertheless as all men the good man also believed so that the mermaids were having "killing nature"...I beleive the first part of the film was reflecting the feminen fear in the men collective consciousness...
But he was shocked when the mermaid explained him so that she just wanted to protect him from a falling wall while she was captured actually...
Than she said to him '' You are different. You are the protector''...Because of his protecting nature in fact she wanted to protect him...
Yes all other people including beatiful Angelica were having the ''destroying'' nature according her...
I will not go in details for whom are going to watch the film...
But after sometime the good man came to save her, she simply asked ''Why?''...He replied her like ''You never heard about compassion or mercy''...Than tears came out from her lightful eyes...This is how Blackbeard took her tears...Very cruel indeed!
Towards the end of the film he came to free and save her once more...As far as I remember he said '' After I saw your face I have peace in my heart now...Everthing has lost its meaning... I only need your forgiveness because of I caused you to suffer like this''...Than the mermaid said two times him...''Ask for it''...When he said ''Please forgive me'' than she kissed him and she took him under the water...When a man kissed by the mermaid he can breath in the sea according to common belief...Than we saw they were swimming away together towards lightful depth of the sea...
SYRENA AND PHILIP
I was totally in tears and joy to see this final ...Because this was exactly overlaping with my message in my writings...Specially in my stories...
The mermaids are love and light creatures and because of that they are perfect mirrors...Whatever you reflect them they response back to you accordingly...
In the film the ones had destructive nature were destroyed...The one who had protecting nature was protected...This is my outcome from the film...
After the good man opened his heart fearlessly to her being and ask forgiveness for all pain and sorrow he caused to her , he received his second life...His salvation ...All his wounds were healed and total peace was establihed in his heart...No darkness or fear can resist to such pure love and powerfull light...
This part was like the symbol of forgiving and unifying both of our inner feminen and masculine parts...Forgiveness is a greatest healing power...It heals both sides whom are seeking the healing in the first place...
Forgiveness is also the strongest unifiying element in the universe ..When we forgive , we are ONE...If we want to unify and become one with some one or some thing we need to forgive in the first place...
These are the special times for our inner feminen and masculine parts are accepting each other and becoming ONE again as they were used to be...
These are the special times for us to open ourselves to our partner in our life without any fear...And become ONE...
These are the special times to forgive and become ONE in all...Once more again...As we all used to be...
with love
The Blue Mermaid
Etiketler:
Caribbean Pirates,
Johny Deep,
Jung Archetypes,
Mermaid,
Penelope Cruz
10 Haziran 2011 Cuma
Macha Çocukları Seramik Sergisi
Oğullarımın ilk karma sergilerinden görüntüler...
Gerçekten inanılmaz eğlenceli bir gündü...Lezzetli ikramların yanısıra atölye sahibemizin büyük kızı Katre'nin hoş tınılarla dolu piyano konseri ayrı bir keyifti doğrusu...
İşte Nirancan Thorat ve eserleri...
Ozan Thorat 'ın eserleri...
Ve minik piyanistimiz Ozan...
Efe Ecer inanılmaz güzellik ve yaratıcılıktaki eserleri ile serginin önemli bir ismi idi...
Atölye sahibemiz Sevda'nın minik kızı Duru Sarman 'nın eserleri olan iki maske sanki neşe saçıyordu ortama...Hani atölyede büyüyen Duru'dan bahsediyorum. O şimdi 4 yaşında...
İşte genç piyanistimiz...Yarı zamanlı konservatuar öğrencisi ve 12 yaşında ışıltılı bir genç kız Katre Sarman.
İki sanatçı eserleri ile ilgili sohbet ediyor...Bu benim yazdığım bir yorum değil.Gerçekten parçaları üzerine ne oldukları, nasıl yaptıkları ve bir sonraki çalışmalarında neler yapmak istediklerini konuşuyorlardı...İnanılmaz beslendiklerini hissettim birbirlerinin varlığından...
Ben de yaklaşık iki aydır seramik dersleri alıyorum...İnanılmaz anda kalabildiğim bir deneyim benim için...Kendi eserlerimi daha sonra paylaşacağım sizlerle...
İyi ki varsınız!
Sevgilerimle
Gerçekten inanılmaz eğlenceli bir gündü...Lezzetli ikramların yanısıra atölye sahibemizin büyük kızı Katre'nin hoş tınılarla dolu piyano konseri ayrı bir keyifti doğrusu...
İşte Nirancan Thorat ve eserleri...
Ozan Thorat 'ın eserleri...
Ve minik piyanistimiz Ozan...
Efe Ecer inanılmaz güzellik ve yaratıcılıktaki eserleri ile serginin önemli bir ismi idi...
Atölye sahibemiz Sevda'nın minik kızı Duru Sarman 'nın eserleri olan iki maske sanki neşe saçıyordu ortama...Hani atölyede büyüyen Duru'dan bahsediyorum. O şimdi 4 yaşında...
İşte genç piyanistimiz...Yarı zamanlı konservatuar öğrencisi ve 12 yaşında ışıltılı bir genç kız Katre Sarman.
İki sanatçı eserleri ile ilgili sohbet ediyor...Bu benim yazdığım bir yorum değil.Gerçekten parçaları üzerine ne oldukları, nasıl yaptıkları ve bir sonraki çalışmalarında neler yapmak istediklerini konuşuyorlardı...İnanılmaz beslendiklerini hissettim birbirlerinin varlığından...
Ben de yaklaşık iki aydır seramik dersleri alıyorum...İnanılmaz anda kalabildiğim bir deneyim benim için...Kendi eserlerimi daha sonra paylaşacağım sizlerle...
İyi ki varsınız!
Sevgilerimle
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)