30 Nisan 2012 Pazartesi

Cennet ve Cehennem Üzerine

Aykut Öğüt'ün Ayra Şehri'ni bilenleriniz vardır. Yıllar sonra ben de üye oldum siteye. "Pazartesi Sendromuna Son Verdik " isimli mailler geliyor her Pazartesi...

Bu mailler kimi zaman kahkahalar attırıyor kimi zaman "hııımmm" dedirtiyor bazen de  içine döndürüyor insanı...Kendi özünüzle yeniden iletişime geçiyor , hizalanıyorsunuz bir anlamda tüm bu günlük koşturmanın içinde ...

İşte bu maillerden birinde odaklanmaya yönelik bir örnekleme yapıyordu Aykut. Ondan esinlenerek paylaşıyorum örneği aşağıda sizlerle.

Bir odada olduğumuzu hayal edelim . Her bir duvarı farklı renkli boyalı olsun. Kırmızı, mavi, yeşil ve de mor diyelim örneğin.

Yüzümüzün yeşil duvara dönük olduğunu hayal edelim bir an. Tüm bedenimiz yeşil duvara bakıyor yani.  Oysa biz mor duvarı görmek istiyor olalım . Ne yaparsak yapalım  vücüdumuzu ve yüzümüzü mor duvara döndürene kadar göremeyiz mor duvarı...

Yani odağımızı değiştirene kadar yeşil duvarı görmeye devam edeceğizdir.

Özetlersek odağımız nerede ise deneyimimiz o oluyor yaşamda.

Şöyle bir yaslanalım arkamıza ve biraz içimize dönelim şimdi.

Bakalım  yaşamda olumluya mı yoksa olumsuza mı odaklıyız ?

Yeni bir iş teklifi geldiğinde öncelikle bu işin bize katacaklarına bizi nasıl zenginleştireceğini mi düşünüyoruz  yoksa yol uzak, insanları tanımıyorum, farklı bir sektör , sorumluluklar çok ağır, başaramam gibilerinden hemen olumsuz yanlarını mı düşünüyoruz ?

Ya da bir insana ilgi duyuyoruz diyelim. Hep arzusunu duyduğumuz yakın içten bir ilişkiye dönüşebilir bu yakınlaşma belki de...O insanla ilişkinin nasıl ve  neden yürüyemiyeceğine mi öncelikli olarak düşünüyoruz yoksa o insanın varlığına kendinizi açtığımızda ve yakınlaşmaya izin verdiğimizde yaşabileceğimiz olası güzelliklere mi odaklıyız  ? 

Özetle yaşamın getirdiklerini cesaretle ve açıklıkla kabul ediyor muyuz  yoksa korkularımızla içsel engeller yaratıp yaşama, ,  akışa direniyor muyuz ?

Benzeri şekilde yaşam koçları insanları "acı odaklı" veya "haz odaklı" olarak ikiye ayırıyor. Bir tatile
gidilecekken acı odaklılar  hemen olası sivrisineklere ya da  otelin çevresindeki gürültüye falan odaklanıyor. Haz odaklılar ise yeni insanlarla tanışmaya, açık havanın keyfini çıkartmaya , maceraya odaklanıyor.

Hani sakınılan göze çöp batar derler ya...

İşte odaklanığımız her ne ise onu deneyimliyoruz  yaşamda. Gözümüze çöp gelip batıyor!

Olumsuza odaklı isek  bir anlamda kendi cehennemimizi yaratıp onun içinde " kavruluyoruz"... Odağımız kendi gerçeğimiz oluyor ve kendi yarattığımız gerçeklikle daha da bir pekişiyor olumsuzlara odaklanmamız..."İşte zaten böyle olacağı belli idi" "Ben zaten başarısızın tekiyim!" ler geliyor ardından. Kendi cehennemimizin ateşini körüklüyoruz bu yarattığımız "göreceli"  gerçeklikle bir anlamda...

Yok eğer olumluya odaklı isek  o zaman da kendi cennettimizi yaratıyor ve onun içinde güvenle huzurla uyumla akıyoruz yaşamla. Olanı olduğu gibi kabul ediyor ve yaşamın olmak için doğduğumuz kişi olmamıza yönelik bize sunduklarını sevgi ile kabul ediyor ve açıyoruz tüm varlığımızı...Herşey güzel oluyor ...Her ne olursa olsun ya da olmasın derin bir güven duygusu içinde oluyoruz...Yaşama ve yaşamın parçası olan kendi özümüze dair!


Kendi kendimize oynadığımız bu "oyunda" en temel korkumuzun "acı" olduğunu düşünüyorum.  Ne ne olursa olsun acıdan kaçmak oluyor duruşumuz...Bir şekilde kendimizi acıdan korumak adına olumsuza odaklanıyor zihnimiz...Olabilecek olumsuzlukları önceden düşünüp önlem almaya kendimizi hayal kırıklıklarından ve acıdan korumaya çalışıyor zihnimiz bir anlamda...Aşırıya kaçtığında da yaşamdan deneyimden kaçıyoruz...Ne ironik ki kendimizi korumak için yaptığımız şey aslında bizi korktuğumuz acının içine gark ediyor...Ya da donup kalıyoruz.Adım atamıyoruz ...Keza korktuğumuz başımıza geliyor...Odaklandığımız acı yaşamımızada gerçekleşiyor ! Zihnimiz acıyı çoğaltıyor...

Peki nasıl olumluya döndüreceğiz odağımızı?

Günlük bir liste tutarak. Her akşam eve geldiğimizde açalım defterlerimizi  ve o gün olan olayları kayıt edelim.  Bir arkadaşımız aramış ve birşey danışmış olsun, yöneticimiz yeni bir görev vermiş olsun, sevgilimiz bize bir hediye vermiş olsun...Tüm bu olay ya da durumların  yanına bu olaya/duruma  içsel  olarak nasıl tepki verdiğimizi not edelim. Olumsuza mı odaklıydık yoksa olumluya mı? Ne tür düşünceler geçiverdi zihnimizden bir çırpıda.

Bunu bir kaç ay yapalım. Zaman içinde olumsuza odaklanma sayımızın azalıp olumluya odaklı sayımızın arttığını göreceğiz. Zihnimizi izlemeye başlıyacağız çünki.

İşte o zaman yaşamın getirdiği her olaya her kişiye her deneyime daha farklı bir bakış açısı ile baktığımızı fark edeceğiz. Güven duyacağız...Deneyime izin vereceğiz ve açacağız kendimizi olmakta olana...

Yaşam bizi seviyor ve bize ihtiyacımız olan olayları insanları deneyimleri getiriyor.  Büyümek gelişmek özgürleşmek yaşamımızın amacı. Yaşamında amacı bu işin enteresanı. Bize düşen sadece bunu kabul edip izin vermek yaşama...Ve onun getirdiklerine...

Kim bilir belki yaşamımızın işi, yaşamımızın  ilişkisi, yaşamınızın dostluğu kapımızdadır. Sadece derin bir nefes alıp yaşama inanarak ve güvenerek adım atmak bize düşen...Hepimiz en güzel şeyleri hak ediyoruz ve buna layıkız...

Zaten hayatımız neden kötü gitsin ki?

Evet bizim de başımıza güzel şeyler gelebilir. Neden olmasın?


İnanın yaşam bizi , bizim kendimizi sevdiğimizden daha çok seviyor ve en yüksek iyiliğimizi istiyor...

Hepimizin içinde saklı bir cennet olduğuna inanıyorum. Yaşam bizi oraya götürmek için elimizden tumak istiyor...

Tutalım elini yaşamın ve adım atalım yeni kendimize ve kendi cennetimize...

İnanın , korkulacak  hiç bir şey yok. Herşey yolunda...Biraz cesaret...

Sevgilerimle





29 Nisan 2012 Pazar

Anlayış Üzerine

"Bir şeyi yalnızca onu sevdiğiniz derecede anlayabilirsiniz..." St.Augustin



23 Nisan 2012 Pazartesi

Yaşamın İşleyişi

"İnsan olarak hayatın arzularımızı dinlemesini istiyoruz...Fakat yaşam bu şekilde işlemez... O bize ihtiyaçlarımızı, bizim için iyi olanı, en çok ilgi duyduğumuz şeyleri verir...

Onu dinlemeye başladığımızda yaşamımız daha iyi gitmeye başlayacaktır...

Sizi yoldan çıkarmaya uğraşması yerine , yönlendirmesine izin verin..."

Robin Sharma







xxx

22 Nisan 2012 Pazar

Kalahari Öğretisi

Kuraldışı Yayıncılık'tan çıkan bir kitap bu.



İlk insanlara ilk kültüre ait halen bozulmamış bilgelik ve maneviyat  üzerine On iki Özgün Gizem paylaşılıyor bu kitapta.

Kitaptan bazı sözcükler ya da bölümler var ki beni çok etkiledi. Zaman zaman sizinle paylaşacağım bunları...

Rumi 'nin yaklaşımı ile örtüşen bir duruşu var kitabın. Yazarı Bradford Keeney.

O da bir "Kalahari 'li " !  Rumi'yi Kalahariler'in kardeş ruhu olarak görüyor.

Kalahariler gözünde maneviyatın büyük gizemleri iki yoldan aktarılır; sevgi ve kahkaha.

Cennete bütün benliğinizle kahkaha atarak ve sevecenlikle ulaşılabileceği iletiliyor kitapta.

"Ana araçlar , duygularınızı harekete geçrecek bir müzik ile sizden yakın bir katılım bekleyen ilahi oyunla aranıza girecek zihni şaşırtmaya yönelik esaslı sataşmadır. Özgün maneviyat budur."

"Tanrıya giden özgün yolun hiçbir gizli inisiyasyon töreni, ileri bir eğitim, ezoterik bir topluluğa üyelik ya da takıntılı bir spiritülellik uygulaması gerektirmediğini lütfen unutmayın. Okumayı bile bilmeniz gerekmiyor. Gerekn tümüyle insanlığınız ve hayatla birlikte akmaya hazır olma, bunu yapabilme arzusu".

"Hepsi içinde en büyük gizem, hayatın sunduğu en büyük kutsama ve sevinci hayatta gereksindiğiniz herşeyle birlikte dünyaya gelmiş olmanızdır."

"Tanrılar sizinle oynamayı, dans etmeyi , gülüp şarkı söylemeyi bekliyorlar. Maneviyatın izini sürmenin vaktidir, geçirin ayağınıza ylculuk papuçlarınızı!"

Bu kitap ile sevgiye daha derinden açılmamıza  ve özgürleşmemize yardımcı olacak bir yolculuğa çıkacağız...

Sevgiler

19 Nisan 2012 Perşembe

Çocuk Kalbi

Geçenlerde büyük oğlumun gözlük camını değiştirmek için Eminönü'ndeki Doğubank'a gittik. Aile gözlükçümüz orada bizim. Güneş gözlükleri ya da numaralı gözlükler için son derece uygun maliyetlere çok çeşitte gözlük bulabiliyorsunuz.

Camların değişmesinin bir saat kadar süreceğini öğrenince birlikte Sultanahmet'e çıktık oğlumla.

Biraz sağı solu gezip bir şeyler atıştırıp içtik.

O sırada bir turistin üstündeki tişörte takıldı gözüm.

Koca bir bizonun önünde duran minicik bir bebek onun başını okşuyordu...

Çarptı beni o görüntü! Tıpkı aşağıdaki fotoğraf gibi...



Ve işte başladım o an çocuk kalbi ile ilgili düşünmeye...Bu yazıyı akşam saatlerinde yazıyorum ve hala içsel olarak bir şey çalışıyor içimde sanki.

Çocuk kalbi saftır. Herkese güvenir ve inanır. Herkesi kendisi gibi bilir.



Herkes ve herşey onun arkadaşı kardeşidir. Hiç tanımadığı çocuklara bile "Arkadaşım" ya da "Kardeşim" diye seslenir.

Tüm hayvanlara tüm bitkilere sevgi duyar. Korkmaz onlardan. Çocuk kalbi nefreti ve yok etmeyi bilmediğinden , karşısındakilerden de böyle bir şey beklemez.O hep yapıcı ve uzlaştırmacıdır.


Düne üzülmez , pişmanlık bilmez...Yarın için kaygılanmaz ,endişelenmez.

Acıkınca yer, uykusu gelince uyur. Biriktirmeyi , saklamayı bilmez.

Neşelidir her daim. Bir anlıktır üzüntüsü.

Tam ve bütündür o. Bir ışık topu gibidir.

Yaşama ve yaşamın getireceklerine kendisi gibi tamamen ve de bütünüyle inanır ve güvenir.

Dans etmek şarkı söylemek kahkaha atmak onu , onun ışığını besler. Belki de bu nedenledir küçük çocukların tatsız tuzsuz çorbalarla bebek mamaları ile pek aralarının olmaması. Onlar kendi varlıklarından beslenirler zira.

Çocuk kalbi hep varoluşla yaşamla birlikte akar.

O tüm yaradılışla BİR olduğunu bilir.

Bilgedir. Doğruyu ve de yanlışı içinden bilir.

Her yeni şeye insana veya deneyime sanki ilk kez görüyormuş deneyimliyormuş gibi bakar ve deneyimler.


Beklentisiz sever çocuk kalbi . Sadece sevmek için sever. Çünki sevmek onu mutlu eder. İyi hissettirir. Hani İngilizce'de bir söz vardır , açık kalple açık zihinle sevmek diye "to love with open mind and open heart" , işte çocuk kalbine sahip olanlar böyle sever.

Peki bizler bir çocuk gibi saf ve masum olabilir miyiz? Bir çocuk kalbine sahip olabilir ve de çocuk kalbi ile sevebilir miyiz?

Gurum içimizdeki masumiyetin ve saflığın her ne yaşamış olursak olalım, ne yapmış olursak olalım asla yok olamıyacağını söylerdi.

Saflık ve masumiyeti bir elmasa benzetir, çamura bulanmış olsa da elmasın her zaman elmas olduğunu söylerdi.

Sadece çamuru yıkamak yeterli idi elmasın yeniden ışıl ışıl parlaması için.



Hindistan'da engelleri kaldıran ve şans getirdiğine inanılan fil yüzlü Ganesha aynı zamanda çocukların koruyucusudur. İçimizdeki saflığın ve masumiyetin koruyucusudur bir anlamda yani. Koca bedenine rağmen minicik bir fare ile seyahat eder. Bu onun alçak gönülllüğünün sembolik anlatımıdır. Bir dişini büyük destan Ramayana 'yı yazarken , kalemi bitince , yazmaya devam edebilmek için kırmıştır. Tatlıları ve özellikle Modak isimli tatlıyı pek bir sever.Neşeli ve oyuncudur. Dans etmeyi pek bir sever. Yardımseverdir. Kök çakramızın kaliteleri olan bilgelik, saflık , çocuksu neşe ve masumiyet , içimizdeki Ganesha'nın gücü ile doğru orantılıdır. Kişi tüm içtenliği ile Ganesha'ya dua ederek (mantra söyliyerek) bu çakrada onun kalitelerini güçlendirebilir. " Ganesha lütfen beni bir çocuk gibi saf  ve masum yap" oldukça güçlü bir mantradır. Kök çakra bu şekilde güçlendikçe arayış içinde olanın kendine yolculuğu daha bir derinleşebilir. Neşe, huzur , uyum , sevgi ve bilgelik o kişinin hayatında kendini ifade eder.

Ne yalan söyliyeyim gurumun söylediklerini duyduğumda pek bir umutlanmış ve kendimi iyi hissetmiştim.

Şimdi ise hepimiz adına onun söyledikleri umut veriyor yine bana. Evet hepimiz çocuk kalbine sahip olabilir ve sevebiliriz.

Ve eğer bir çocuk kalbine sahipse bir insan, bence hazinelerin en büyüğüne sahiptir.

Simyacı'daki hazinenin metaforik hali diyebiliriz sanki buna.



Yaşamdan hepimiz adına bir dileğim var. Ortak hazinemizi geri istiyorum !

Bir çocuk kalbi ile yaşamı deneyimleyebilmemizi ve de sevebilmemizi diliyorum bugün.

Tüm yüreğimle !

Sevgilerimle,

17 Nisan 2012 Salı

Hayatın Anlamı

"En karanlık anlarda, derinlere inme isteği duyduğumuz bir gerçektir...

Hayat güzelken yüzeysel yaşarız...

Yeterince düşünmeyiz...



Fakat deniz kabardığında , benliğimizin ötesine geçip olayların neden bu hale geldiğini tartmaya başlarız...

Bu durum hatırı sayılır bir öğrenme ve ilerleme sağlar...

Hayat; gelişme ve olmamız gereken kişiye doğru ilerleme demektir..."

 Robin Sharma

16 Nisan 2012 Pazartesi

Servet Sahibi Olmak Ne Demek ?

"Unutmayın, servet sahibi olmanın bir çok değişik çeşidi vardır...

Maddi servete sahip olmak onlardan sadece biridir...

Zengin ilişkilere ve çevresinde kendisini seven bir topluluğa sahip olan kişi, bence servet sahibidir...

Sağlıklı, maceralı, heyecanlı ve sürekli öğrenme dolu bir yaşama sahip kişiyse başka türlü bir servete sahiptir.

Yaşama derinden bağlı olan, her sabah yoğun bir huzur ve gerçeğin farkındalığı ile kalkan kişi de kesinlikle önemli bir zenginliğe sahip kabul edilir...



Etrafımızdaki kalabalık, -yani içinde yaşadığımız kabileyi andıran toplum- bize maddi servetin peşine düşülmesi gereken tek servet türü olduğunu öğretir.

Oysa bu gerçek değildir."

Robin Sharma

15 Nisan 2012 Pazar

Yaşamda Hatalar Yoktur!

"Yaşamda hatalar yoktur...



Sadece dersler vardır...
Olumsuz tecrübe diye bir şey yoktur...
Sadece gelişme , öğrenme ve kişinin kendi üzerinde hakimiyet kurma yönünde ilerlemesi için fırsatlar vardır...Sıkıntılar bize güç kazandırır...
Hatta acı, olağanüstü bir öğretmen olabilir."

Robin Sharma

14 Nisan 2012 Cumartesi

Para

" Para sadece başkarına değer katmanın ve onlar için iyi şeyler yapmanın yan ürünüdür...

Yaptığınız işte en iyi olmaya odaklanın.




Kendinizi başkalarının yaşamlarını daha iyi hale getirmek için, elinizden gelen her şeyi sunmaya adayın...

Meslek ve özel yaşamınızın her bir noktasında gerçekten muhteşem olun.

Başkaları için olağanüstü değerle oluşturun.

Para kendiliğinden gelecektir."

Robin Sharma

13 Nisan 2012 Cuma

Doğadaki Son Çocuk

Bu kitabı erkek kardeşim önerdi...Bir kaç senedir permakültür ve organik üretim ile  ilgileniyor. İlgisi artık bir yaşam şekli olmak üzere ve de çok heyecan duyuyorum onun adına.

Tübitak yayınlarından çıkmış kitap. 472 sayfa ve 9 TL .

Çocukluğumu hatırladım bir an kitabın kapağındaki bu fotoğrafı görünce. Ben de bir şeylerin üzerinde hızlıca yürüyerek dengede kalma oyununu pek severdim. Meyve ağaçları ile dolu bir bahçede geçti çocukluğumuz bizim.  Babamın küçük teknesi ile de Salacak  sahilinde balıklarla denizle rüzgarla arkadaşlık yapardık.  Bahçemizdeki ağaçlar  hayvanlar  deniz ve rüzgar bizim ilk öğretmenlerimizdi diye düşünüyorum...Yaşamı ölümü , sevinci acıyı , bolluğu açlığı öğrendik onlardan. Kardeşimle ortak temellerimizden ve paylaşımlarımızdan biri bu...Ve de çok değerli!

Kardeşimin değerlerine ve yaşamdaki duruşuna saygı duyuyorum. Çok şanslıyım...Dost olabileceğim bir kardeşim var!

Konuya dönüyorum tekrar!

Dünyada her yıl 65 Milyon insan şehirlere göç ediyormuş. Yani her yıl  yaklaşık Türkiye nüfusu kadar insan şehirleşiyor.

Nedir bu şehirleşmenin ve doğadan uzaklaşmanın altında yatan?

Korku...

Kırsal da eğitim yok, sağlık hizmeti yok mesajları en derinlerimize işlenmiş...Eskiden insanlar yaşamıyor muydu sanki kırsal da ? Gerçekten çok mu mahrum kalıyorlar medeniyetten? Medeniyet dediğimiz şey ne bugünümüzde ? Ya da gerçekten bir mahrumiyet var mı?

Havanın suyun toprağın görece daha temiz olduğu kırsalda  yaşayan  ve de bedenini daha çok çalıştırabilen bir insanın aslında daha sağlıklı olması beklenmez mi?

Peki asıl öğretmenimiz doğa ise neden koşuyoruz ya da koşturuluyoruz şehirlere? Eğitim dediğimiz olgu ne gerçekten? Mantık ve felsefe eğitimi olmayan sadece ticaret yapmak üzere (çocuklarımın matematik kitaplarındaki problemler hep bunun üzerine ne aldın ne sattın ne kar ettin ...) ya da kalifiye işçi yetiştirmek üzere kurgulanmış modeller değil mi bunlar? Özgürleştiren, bireyleştiren , bireyi olduğu gibi kabul eden ve potansiyelini özgürce ifade etmesine fırsat veren bir eğitim sistemimi var sanki?

Sağlık ve eğitim ile ilgili korkular  gözümüze indirilen perdeler anlayacağınız.

Peki neden şehirleştiriliyoruz?

E elbetteki daha çok ev , daha çok buzdolabı çamaşır makinası satılıyor. Daha çok insan tüketim hastalığına yakalanıyor. Bu en bulaşıcı hastalıklardan biliyorsunuz. Ve de  her türlü medya araçları ile daha kolay hipnotize edilebiliyor insanlar.

Özetle şehirli olmak modern kölelik...Kapitalist sistemin kurguladığı bir model. Üstelik köklerinden uzaklaşan insanlar bir değer krizi geçiriyor. İşte bu noktada da adı ne olursa olsun korku imparatorlukları  , insanların bilinçlerindeki  karanlık  topraklar üzerinde yükseliyorlar.  Bu tüm dünyanın içinde bulunduğu bir durum.

Felaket senaryolarını sevmem diyorum ama düşünmeden de edemiyorum. Peki size sorarım dedikleri gibi katastrofik olaylar çoğalırsa (bunun bile bilinçli olarak yaratılan bir gerçeklik olabileceğini düşünüyorum artık) sizce şehirlerde yaşayanların mı yoksa kırsal da yaşayıp doğada var olma becerisi olanların mı yaşama şansı daha yüksek?

Dünya nüfusu çok fazla artık. Nüfusun azalması gerekiyor birilerine göre...Çok ama çok kapsamlı sistematik bir planlama var sanki...En baba komplo terorisi size işte.

Doğada yaşayan insanların değerleri vardır , bilgedirler ve temelleri güçlüdür. Öyle bu temellerin üzerine kolayca korku imparatorlukları inşa edemezsiniz...Tam tersi aydınlık ve sevgi bu insanların varlıklarında yükselebilir. Köy Enstitülerinin varoluş nedenini daha iyi algılıyorum şimdi.

Özetle bakir doğada nasıl var olabileceğimizi öğrenmeli ve de  öğretmeliyiz çocuklarımıza ivedilikle. Bu kurgu çerçevesinde bilgili ve deneyimli insanların eğitim programları yaptıklarını hayal edebiliyorum. Ben şahsen bundan sonra çocuklarımla  tatillerimi TATUTA tarzı hem doğada çalışılacak hem tatil yapılacak çiftliklerde geçirmek istiyorum. Tüm bu bilgiler hücrelerimizde var. Sadece hatırlamamız yeterli!

Yirmi sene önce çevre konularını konuşunca dalga konusu oluyorduk ...Şimdi küresel ısınma ile karşı karşıyayız.  Yirmi sene sonra bizleri nelerin beklediğini hiç kimse tahmin edemiyor. Küresel ısınma bazılarına göre evrimin doğal bir süreci...Kimbilir belki de doğrudur bu yaklaşım. O zaman evrime uyum sağlayabilenler var olacağına göre, gerçekten doğada varolabilme becerimizi yeniden kazanmamız çok önemli.

Uzun sözün kısası , çocuklarımızın içindeki "doğanın" korunması ve de insanoğulları ile insankızlarının yeryüzünde uzun yıllar yaşıyabilmesi adına okumalıyız bu kitabı hepimiz.

Sevgiler


Doğadaki Son Çocuk
Çocuklarımızdaki Doğa Yoksunluğu ve Doğanın Sağaltıcı Gücü
Last Child in the Woods: Saving Our Children from Nature-Deficit Disorder

Richard Louv

İnternetteki tanıtım yazısını aynen paylaşıyorum sizlerle...

“Çocuk ve doğa hareketi şu temel fikirden güç alıyor: Doğadaki çocuk, soyu tehlike altında olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile Yeryüzü’nün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.” Richard Louv

Çocuklarının doğayla anlamlı bir bağ kurmadan büyüyen bir kuşağa ait olmasını istemeyen anne babaların başucu kitabı olan Doğadaki Son Çocuk, tüm dünyada hızla yayılan doğaya dönüş hareketinin biçimlenmesinde ve yaygınlaşmasında önemli roller üstlenmiş bir kitap.

 Richard Louv Doğadaki Son Çocuk’ta çocuklarda ve gençlerde obezite, dikkat bozukluğu, depresyon gibi vakalarda büyük artış yaşanması ile çocukların yaşamında doğanın giderek daha az yer alması arasında bir ilişki olduğunu örneklerle kanıtlarken aynı zamanda içinde bulunduğumuz bu durumu tersine çevirebilecek bir yol haritası sunuyor. Etkileyici ve sürükleyici bir üslupla kaleme alınan Doğadaki Son Çocuk’u yayımlarken özellikle anne babaların bu kitabı ellerinden düşüremeyeceklerine inanıyoruz.

“Doğadaki Son Çocuk, doğada zaman geçirmenin çocukların sağlığını geliştirebileceği, yaratıcılıklarını teşvik edebileceği, düşünme yetilerini keskinleştirebileceği ve çevreye karşı duyarlı olmalarına yardım edebileceği inancını paylaşan birçok farklı ilgi grubunu bir araya getirdi.”
— John Flicker; National Audubon Society başkanı

Mimosa Times in İstanbul



Just before heavy April rains....






8 Nisan 2012 Pazar

Uçurtma Uçurtma Söyle Bana

Doğma büyüme Üsküdar Salacak'lıyım...Ancak Mehmet Naci Aköz'ün doğduğum eve yaklaşık 500 m mesafede açtığı UÇURTMA MÜZESİ ile henüz tanıştım. Üsküdar Meydanı'na yakın Uncular Caddesi üzerinde müze.



Geçtiğimiz günlerin birinde iki oğlumla ziyaret ettik müzeyi. Dünyanın her yerinden gelmiş her boy ve renk uçurtmalar çok heyecanlandırdı bizi.

Müzenin yanısıra bir de uçurtma atölyesi var. Bizzat Mehmet Bey ile kendi uçurtmalarını yaptı oğullarım...Onlarca desenli kağıtlardan kendisi seçiyor çocuklar uçurtmalarının desenini.

Sonra da uçurtmanın nasıl uçurulacağı ve nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında bilgilendirdi bizleri Mehmet Bey. Bu sene kesin uçacak uçurtmalarımız !

Üniversite yıllarından bu yana hep katılmışımdır uçurtma şenliklerine...Hiç bilememişimdir neden hep çocuksu bir neşenin,  çoşkunun , yürek hafifliğinin sardığını her yanımı bu şenliklerde...Artık biliyorum!

Her yaştan insan çoluk çocuk rengarenk uçurtmalar piknik sepetleri bisikletler...Anlayacağınız bahara yaza hoşgeldin partisi yapar sanki şehirli insanlar.

İşte yine bir uçurtma şenliği zamanındayız...Ne güzel!

Mehmet Naci Aköz'ün yaşamı uçurtmaya , uçurtma  sanatına adanmış bir yaşam. Çocuklara uçurtma yapmayı öğretirken ki neşesi,  ilgisi , özeni ve kesinlikle sabırından anlıyorsunuz bu aşkın ne kadar derinlerde olduğunu.

1958 yılında Beylerbeyi'nde doğmuş Mehmet Bey ve  doğduğu yerin tepelik yerlerinde uçurttuğu uçurtmalarla çocukluk yıllarında başlamış  uçurtma sevdası.

www.ucurtmadunyası.com isimli sisteden hem Mehmet Bey  hem de müze ile ilgili daha detaylı bilgi alabilirsiniz.

Ne çok sivil örgüt  varmış meğer uçurtma ile ilgi. Uçurtma Gönüllüleri ve Uçurtma Derneği bunların başında geliyor.

Bildiğiniz üzere Hindistan ve Çin ana vatanı uçurtmanın.

Ben yine Hindistan deneyimimi paylaşacağım burada sizinle.

Hindistan'ın Rajasthan eyaletindeki Jaipur şehrinde her yıl Ocak ayında uçurtma festivali düzenlenir ve bu uluslararası bir festivaldir. Tam üç gün sürer bu festival.



Pembe Şehiri (Pink City)' i görmek için ziyaret etmiştim Jaipur'u 1995 'in Mart ayında ve fakat sadece uçurtma festivalinin  hikayelerini anlatmıştı Hintli arkadaşlarımız bize.

Bu festivalde dünyanın heryerinden gelen uçurtma sanatçıları  sıradışı  şekillerdeki uçurtmalarını sergilerlermiş  ve bir yarışma yapılırmış bu festivalde. Festival zamanı şehirde nerede ise yaşam dururmuş. Çocuk çocuk herkes evlerin damlarında uçurtma uçururmuş.


Festival alanına yüzlerce insan gelirmiş. Çocuklar deve ya da file bindirilirmiş. Son gün tüm uçurtmalar gökyüzünde rengarenk süzülür , ritmik davulların çaldığı müzikle  tam bir cümbüş yaşanırmış.

Bilirsiniz belki  çöllük bir arazidedir Rajasthan ve buna tezat olacak şekilde de Hindistan'ın en renkli eyaletidir . Kıyafetler ,  binalar herşey çok ama çok renkli ve ışıltılıdır. Müzik ve festivaller diyarıdır burası...

Uçurtma müzesinde bir de film afişi gördüm. Kite Runner (Uçurtma Avcısı)...Hem kitabı hem de filmi oldukça etkileyici. Kesinlikle öneririm.

Uçurtma metaforik olarak da ruhun özgürlüğünü ve yükselişini temsil ediyor. Yeni bir bebek doğduğunda onun adına bir uçurtma yapılıyor ve uçuruluyor . Malum herşeyde ve heryerde asıl olan ruhun varlığı birliği ve de özgürlüğü bu diyarlarda. Havada ince bir ruhaniyet sessizlik dinginlik boyutu vardır her daim. Bunu ta içinizde hissedersiniz.

Uçurtma müzesinde bir de Rajasthan uçurtma festivali afişi gördüm.

Let your spirit soar (bırak ruhun yükselsin) şeklinde idi festivalin sloganı...

Ruh,  "uçurtma" ile eşleştiriliyordu anlayacağınız.

İnternete girip araştırırsanız ki kesinlikle öneririm uçurtmanın sadece bir oyuncak olmadığını göreceksiniz.

İşte bundan dolayı idi uçurtma şenkliklerinde içimizde hissettiğimiz  neşe çoşku yürek hafifliği ...Ruhumuzun neşesi çoşkusu hafifliğini deneyimliyordu varlığımız! Özümüzle bir oluyor ve onu deneyimliyorduk. Ayna oluyordu uçurtma yüreğimize !


Ben kendi adıma sabırsızlıkla bekliyorum ilk uçurtma şenliğini...Hepimiz için özümüzle iletişime geçebilmek için harika bir fırsat bu bana göre.

Oğullarımın uçurtmaları hazır !

Ben de kendime bir uçurtma yapacağım Mehmet Bey'in atölyesine gidip önümüzdeki haftasonu...

Bilin bakalım hangi deseni seçeceğim ?

Mavi bir denizkızı figürünü...

Ap açık masmavi gökyüzünde yüzecek "mavi denizkızı" bu bahar...

Ve soracağım uçurtmama gülümseyen gözlerimle.

Uçurtma uçurtma söyle bana,  ben kimim?

Ve dinleyeceğim uçurtmamın bana anlatacaklarını koca gün boyunca...

Şenlikte görüşmek üzere diyorum herkese...

Sevgilerimle

7 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Sürahi Yere Düşüp Kırıldığında

"En büyük ilerlemeleri, en büyük sıkıntılardan sonra kat ettiğinizi aklınızdan çıkarmayın...

Bu sıkıntılar onlarla yüzleşirken bizi yaralar...

Fakat üstesinden geldikçe iyileştirirler aynı zamanda...

Bir sürahi yere düşüp kırıldığında, içinde saklı olan akmaya başlar.

Hayat önünüze engelleri çıkarttığında, bunların sizi sürahi gibi 'kırıp' içinizde uyumakta olan olan sevgi, güç ve potansiyeli çevrenizi saran dünyaya çıkartmanıza yardım etmeye geldiklerini hatırlayın.

Ve tıpkı kırık bir kemik gibi, kırılan yerler eskisinden daha güçlü hale gelirler..."

Robin Sharma

Başarı ve Başarısızlık

"Başarısız olmak imkansızmış gibi davranın ki, başarınız garanti olsun...

Aklınızdan ister maddi , ister manevi olsun başarısızlık üzerine olan tüm düşünceleri silin..."

Robin Sharma

6 Nisan 2012 Cuma

Hak Ettiğiniz Yer


“Hayatın size getirdiği yerin, gerçekten hak ettiğiniz yer olduğuna güvenin...

Direnmeyi bırakın...

Önünüze her çıkan ne olursa olsun, onu kabulleneceğiniz bir tavır alın...

Bunu yapmak kaderiniz olan yola, gerçek yolunuza ulaşmanızı garantileyecek yöntemlerden biridir..."

Robin Sharma
                                                                 

1 Nisan 2012 Pazar

Zamanın ve Mekanın Suretleri

Geçen hafta çok özel biri ile tanıştım. Tophane-i Amire'de ki sergide tanıştım bu özel insanla!



Ne yalan söyliyeyim , serginin ismi ve Mehmet Aksoy ' un fotoğrafı çekti beni sergiye. Onun kim olduğunu bilmiyordum henüz.

Çok utandım kendimden sonra ! Nasıl olur da bu ismi bilmezdim ?

Heykel sanatının önemli isimlerinden biri idi Mehmet Aksoy. Sanatçı ile ilgili daha detaylı bilgiye sitesinden ulaşabilirsiniz. www.mehmetaksoy.com 

İş Kuleleri önündeki Kibele Çeşmesi ve Can Yücel'in anıt mezarı (ki biliyorsunuz bir saldırı sonucu parçalanmıştı bu eseri sanatçının) gibi benim çok etkilendiğim eserlerin yaratıcısı idi Mehmet Aksoy.  Ben sergiyi gezerken idrak ettim onun kim olduğunu ! Aslında eserlerini tanıyormuşum ve ancak isimini bilmiyormuşum meğer.

Sanatının 50. yılında "Zamanın ve Mekanın Suretleri" adlı kişisel sergisini , MSGÜ Tophane-i Amire’de  açmıştı sanatçı. 

Üstelik sadece bir heykeltraş değil aynı zamanda bir şairdi  o.

Sözcüklerle dans ediyordu sanki. Hele bir şiiri var ki dakikalarca önünde durdum ve tekrar tekrar okudum. O sözcükleri ve duyguları yudum yudum sindire sindire içime almak istedim.

Şiirin adı "Gönlümüz Bir Uçurtma"...Burada yayınlamıyorum...Sadece bu şiir için bile bence bu sergiye gitmelisiniz. Yüreğiniz kanatlanacak ve süzülecek mavi göklere inanın...

Aksoy, 50 yıldır yaptığı heykellerle başarmak istediklerini şu sözlerle dile getiriyor:

“Ellerimi seviyorum. Ellerim, formlar üstünde dolaşan ışığı okşar. Karanlıkta görür gözümün görmediğini. Tutkulu bir form çapkınıdır onlar, formlarla devamlı flört halindeler.

Ellerimi seviyorum. Kaba görünüşleri içinde hassas dokunuşları saklıyorlar. Ne kadar çalışsam onları zorlasam aletleri, çekici, murcu, tarakları, mucartayı, külüngü, öyle hünerli kavrıyorlar ki nasır tutmuyorlar. Taşın neresine, nasıl, hangi şiddetle, hangi eğimde vurulması gerektiğine onlar karar veriyor. Bir yerden sonra ben yalnız ellerimi seyrediyorum. Onlar yapıyor, ben seyrediyorum…

Ellerimi seviyorum. Sıcak bir vücudun formları üstünde her gözeneği hissederek dolaşan ve içime sıcak duygular akıtan ellerimi de seviyorum… Kızgınlıkla yumruk olan ellerimi de…
Şakağımda düşünceli duran dostlarımı sevdiklerimi kucaklayan göğsüme bastıran ellerimi, her şeye rağmen güzel günlerden umutlu zafer işareti yapan elimi, ayrılırken arkamdan el sallayan çocuğa öpücük gönderen elimi de insani durumlarda yaşaran gözlerimi gizlice silen ellerimi en çok da öpüp başıma koyduğum anamın ellerini.

Gözümün nuru elimin hüneri heykellerim, üstüne düşen ışık üstünden karanlığı aydınlatmak, gerçeği görünür hale getirmek istiyorum. Kimse heykelden korkmasın, heykeli sevsinler istiyorum. Onun form dilinden bir şarkı gibi anlaşılmasını istiyorum. " 


Sanatçı aynı zamanda "Ucube" olarak tanımlanan İnsanlık Anıtı isimli eserin de yaratıcısı. Malesef Mehmet Aksoy'un bir çok yaptığı eser farklı şekillerde saldırıya uğrayarak yok edilmiş.

Anadolu toprağı aslında Hitit, Urartu ve Asur'lar zamanında heykelin bir nevi anavatanı. olmuş. Mehmet Aksoy, Anadolu toprağı üstündeki heykel geleneğinin söndüğünü, en az 700 yıllık bir kopukluk olduğunu ve halen halkla heykel arasında organik bir iletişim kurulamadığından bahsediyor.

İşte bu yabancılaşma bence heykele ve heykel sanatçılarına yönelik mesafenin ve saldırganlığın nedeni.

Hele bir de Vahdet'i Vücud isimli heykelleri var ki...Sanki duygunun kendisi maddeleşmiş ve şekil almış. Bu kadar mı olur diyorsunuz?

Sergide sanatçı şiirlerini ve sanatı ile ilgili duygu düşüncelerini de bizimle paylaşıyor.Mutlaka serginin duvarlarını bezeyen sözlerini de okuyun.


"Her insan bir şamandır."

"Taş eğilmez kırılır."

"Çekiç seslerinde zaman kayıyor."

"Çatlak tastan tok ses çıkar."

"Heykellerime saklandı zaman
Zaman zamana gebe kaldı
Bekle zaman zamanı Doğursun"

Beni etkileyen sözlerinden sadece bir kaçı.

  "Zamana dokunmak" diyerek başlamış duygularını anlatmaya. sanatçı.. Taşı "sevdiğini" söylüyor Aksoy. Üstüne düşen ışık üzerinden onu yansıttığı, onu ışığa duyarlı kılıp, "Ben artık kütleyi değil, ışığı yontuyorum" dedirttiği için...

Kendi deyişiyle yıldızlarla aynı yaşta olan, büyük patlamanın şahidi , zamanı içinde saklayan bir malzeme olan taşa aşık olmuştu Mehmet Aksoy. Onun yüreğindeki aşk varoluşun özündeki aşkla birleşmişti. O ki saf ışıktı !

İşte tam da bu noktada ben sanatçının eserlerinden bir ışık çıktığını ve bu ışığın da benim varlığımdan geçip uzaklara yol aldığını hissettim.

Eserlerindeki ışık bana dokunmuş ve içimden geçmişti sanki ! Zamandan ve mekandan kopmuş sadece ve sadece kendi varlığımı solumuştum   ! Sanki ben de şeffaflaşmıştım.

Kişinin kendini gerçekleştirmesi bu olsa gerek diye düşündüm. Her ne yapıyor olursan ol, asıl olan içindeki ışığı diğerlerine yansıtabilmek ve onlara dokunabilmek, onların varlığı ile titreşebilmekti...

İster heykeltraş ol, ister bir CEO ya da  istersen limon sat !

Asıl olan kim olduğumuz ve yaşamdaki duruşumuz  idi...

Budha'nın sözü geldi aklıma sonradan . "İş , bilinçli bir şekilde seçilen ve insanı aydınlanmaya götüren bir yoldur" demiş Yüce Ruh.

İşte bence Meihmet Aksoy, taşın özündeki aşkı yani ışığı , kendi deyimiyle zamanın kabuklarını kırarak onu özgürleştirilmişti.  Taşı özgürleştiren bir yontucu idi o bana göre.

Benim için çok ama çok özel bir andı diyebilirim. İyi ki gitmişim ve iyi ki tanışmışım Mehmet Aksoy ile!

Zaten varlığımızı açıp eserleri ile iletişime geçtiğimizde , tanışmış oluyoruz onu yaratan ile değil mi?  Bu her türlü yaratım için aynı...

"Işığın Yontucu" sunun bu değerli sergisine gitmenizi öneririm.

Bu içimizdeki ışığa ve sanata sahip çıkmamızla ilgili bir şey. Kendimize yolculuğumuzda önemli bir durak.

SERGİ 20 MAYIS ' KADAR PAZARTESİ HARİÇ HERGÜN AÇIK VE ÜCRETSİZ.

Ben tekrar oğullarımı da alıp gideceğim. Onları heykel sanatı ile tanıştırmak için büyük bir fırsat bu sergi...

Sevgilerimle