Yarın benim doğum günüm. Ve sizlerle hayatımın en sihirli anlarını bu doğum günümde paylaşmak istiyordum . Üç gün telefon internet olmayan bir yerde olacağımdan bugüne aldım paylaşımımı. Ne olur ne olmaz hayat kısa. Ben de saklı kalmasın istedim bu hikaye.
Yaşamın hepimiz için zorluklarla dolu olduğu bir dönemde hepimize iyi gelmesini iyi hissettirmesini diliyorum hikayemin.
Ne olursa olsun sihre inanın!
Sevgi ve şükranla,
2008 yılı Nisan ayında New York’a yerleşip
yirmi yıldır Amerika’da yaşayan çocukluk arkadaşım Neşe’ yi ziyarete gitmiştim.
Bu ilk ziyaretimdi ona. Daha önce
Amerika’ya gitmiştim fakat NY ‘ya ilk seyahatimdi. 2006 yılında iki çocuğumun
babası on yıllık eşimden boşanmıştım. Farklı bir millettendi eşim ve bu boşanma nerede ise on üç
yıllık yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaş, dost ve sosyal çevremden de boşanmama neden olmuştu ki ( bu başlı başına ayrı ayrı bir hikaye) bu fazlası ile zorlu bir süreçti benim için. Boşanınca
ülkesine dönmüştü eşim. Maddi manevi tüm sorumluluk bana ait olan iki çocuklu
bir kadındım artık. Ayrıldığımızda ilk oğlum dört buçuk ikinci oğlum henüz yeni
doğmuştu.
Küçük oğlum üç yaşına yaklaşmıştı NY’a
gittiğimde. Kırk yaşındaydım. Kafam karışıktı. Sorularım vardı. Evrene Tanrıya yaşama dair. Ne
derseniz artık? Neşe çalıştığından
gündüzleri Manhattan ‘da müzelerde cafelerde canlı müzik olan barlarda dolanıyordum. Bir keresinde
ışıltılı bir bahar gününde Central Park’ın kıyısında oturup gökyüzüne baktığımı
ve ‘’Cevaplarımı istiyorum artık.’’ dediğimi hatırlıyorum. Bir şeyler
değişmeliydi hayatımda. Bildiğim hayatımın sınırlarına gelmiştim.
Neşe evliydi. Eşi ve bir oğlu ile birlikte New Jersey’de
yaşıyordu. Ve hamile idi ikinci oğluna o sırada. Akşamları evde buluşuyorduk.
Yine bir gün evin yolunu tutup otobüse doğru ilerlerken hapşurdum. Ha bir de
oğullarıma şekerleme almayı planlıyordum o sıra otobüs terminaline yakın bir
dükkandan. Biri ‘’Çok yaşayın.’ dedi.
İngilizce. Hoş bir adam duruyordu karşımda. Teşekkür ettim ve içimden ‘’Ne kibar insanlar var ‘’ dedim. Bir
süre sonra yanıma geldi ve nereyi
aradığımı sordu bu hoş adam. Belki çok anlaşılıyordu bir yer aradığım. Ben de
çocuklarıma şekerleme dükkanı aradığımı söyledim ve bulduk dükkanı. Teşekkür
edip ayrılmak üzere iken bir kadeh şarap içmeyi teklif etti. Hoşuma gitti teklif ve zaten acelem de yoktu. Yakında bir café de birer
kadeh şarap içtik. NY gezdirme teklifinde bulundu bana. Bir yabancı (bana
yabancı olan şehrin yerlisi) ile gezinmek ilginç olabilir dedim ve kabul
ettimteklifini. Telefonlarımızı alıp
ertesi gün buluşmak üzere sözleştik. Sinemaya , bir caz kulübüne ve Özgürlük Anıtı’na
gittik birlikte. Bir çekim vardı aramızda itiraf etmeliyim. Uzun zamandır tek
başına olmanın bir etkisi de vardı mutlaka bu çekimde sanırım.
1993 yılından beri meditasyon yapıyorum ve
yine bir akşam Neşe’nin evindeki odamda meditasyon yaparken ilk kez iç sesimi duydum. Bildiğimiz anlamda dışardan
duyulan bir ses değildi bu. Sanki biri ile yaptığınız konuşmayı sonradan
hatırlayıp düşündüğünüzde nasıl cümleler belirir zihninizde, aynı o şekilde iç
sesim bana ‘’FUNDA BU ADAMLA BİRLİKTE OLURSAN ŞU ADAM HAYATINA GİREMİYECEK’’(ki
o anda da zihnimde bir ekran açıldı – bir filmi zihninizde canlandırırken nasıl
gelirse görüntüler zihninize aynen o şekilde- ve o ekranda ince uzun bir
koridorda uzun boylu bir adam arkası bana dönük bir şekilde benden uzaklaşır
şekilde ileriye doğru yürüyordu- ) dedi.
Tanrım ne çok korkmuştum bilemezsiniz. İlk kez iç sesimi duymuştum. İtiraf edeyim NY’da tanıdığım adam ile
yakınlaşmak istiyor ve bir o kadarda korkuyordum. Malum Amerika! Kafamda düşünceler birbirini kovalayıp duruyordu anlayacağınız. Ve iç sesim tüm bu düşünceleri susturdu. O
kadar o kadar çok şaşırmış ürkmüştüm ki
on günlük seyahatimi sonlandırıp , İstanbul’a üç gün erken dönmüştüm. Bir de ne olur ne
olmazşeytan doldurur misali kaçmıştım bir anlamda.
NY’da tanıştığım adama da yakınlaşma
için güvenmek için daha çok zamana ihtiyacım olduğunu , başka türlü kendimi iyi
hissetmeyeceğimi ifade edip teşekkür etmiştim . Yalan da söylemiyordum üstelik. Nazik
bir adamdı. Çocukları varmış yurt dışında yaşıyormuş çocukları eşi ile. Eşi ile
ayrı yaşıyorlardı. Bu konuşmadan sonra bana kendi hikayesini tüm çıplaklığı ile
anlattı. Ve iç sesimin verdiği mesajın benim için yaşamsal önemini
kavrayabildim o anda. Şok edici çarpıcı çok acı bir hikaye idi bu. O kişiye saygımdan
burada paylaşmayacağım hikayesini. Küçük oğluma bir elektronik oyuncak aldı
hatta hediye olarak. Sarıldık vedalaştık veherkes kendi yoluna devam etti. Şimdi düşünüyorum da insani anlamda dokunmuştuk
birbirimizin hayatına sanırım.
Dönüş uçağında on saat romantik filmler
izleyip ağladığımı hatırlıyorum Çok ama
çok yalnızdım. Sanki kilitlemiştim kendimi. Korkuyordum Kapalı idi kalbim
varlığım. Kendimi kendime hapis etmiştim sanki. Şimdi ki aklımla daha iyi
anlıyorum durumumu. İnsanlar çoğu yaşam deneyimini zihni ve bedeni ile yaşıyor.
Kapalı bir varlık şeklinde deneyimliyor yaşamı. Duygu bedenimizi ya da ruhumuzu
açmadan yaşıyoruz. Ve sonra da neden bağ kuramıyoruz diyoruz. Ya da
karşımızdaki insanda buluyoruz bağ kuramama nedenini. Oysa her şey herkes bize ayna. Benzerler benzerleri buluyor...
Hemen ertesi gün, Çarşamba günü ofise
gittim. Normal planda bir sonraki hafta Pazartesi işe başlayacaktım. Ve Çarşamba
günü eski bir müşterim Antalya’dan beni aradı. Bu arada aslen makina
mühendisiyim fakat 1991 yılında sigorta sektörüne girdim. 2008’in Nisan ayında
Amerikan bir risk yönetim & sigorta brokerlik firmasında çalışıyordum.
Hizmetimden memnun kalan eski müşterim yeni bir ihaleye beni davet ediyordu. Ertesi
gün Perşembe derhal Antalya’ya gittim. İşe odaklanmak iyi gelecekti zaten. İş güç ve yoğun koşturma hep yalnızlığımı unutturan kendimi gizlediğim paravanlarımdı zaten.
Firma Antalya’ da yabancı ortaklığı olan büyük bir
firma idi. Yeni bir yatırımları için sigortası
ihale açılıyordu. Temsil ettiğim kurumun
müşterisi idi yabancı ortak tüm dünyada.
Bu nedenle işi almak istiyordum. Toplantı başladı. Benim dışımda iki yönetici ile
başladık toplantıya. Ben de yaratacağımız katma değeri farkı ve hizmetlerimizi
anlatıyordum. Bir süre sonra kapı açıldı. Ve uzun boylu bir adam odaya girdi. Onu görünce o an istemsiz olarak
ayağa fırladım. Dondum kaldım. Her şey durdu. O adam yavaşça yanımıza geldi
elimi sıktı ve yanımdaki koltuğa oturdu. Tek ben kaldım ayakta. Bir kaç saniye
öylece durdum. Sonra kendime gelip oturdum. Ve o an içimden NY’da duyduğum sesi
tekrar duydum ‘’FUNDA KALBİNİN KAPILARINI BENİM SEVGİME VE IŞIĞIMA AÇ’’ ve tam
o anda sol göğsüme yakın bir yerdekalbimin
kırmızı bir gül olarak açıldığını gördüm yine zihin ekranımda. Tüm bunlar dört
beş saniye içinde olup bitmiş olmalı. Gelen adam yabancı olduğundan toplantıya hemen
İngilizce devam ettim. Toplantı sırasında nasıl olduğunu tam hatırlayamıyorum bir önceki hafta NY’da
olduğumdan bahsettim. O da Manhattan’da 5. caddeden bahsetti. Gülüştük. Koluma
hafifçe dokundu ve ‘’Sana kartımı vereyim.’’ dedi. Ve kapıya doğru yöneldik, o
önden çıktı . Ve ne oldu bilin bakalım ? Ben kapıdan çıkıp , kafamı dar
koridorda sağa çevirip ona baktığımda, ince uzun bir koridorda benden öteye doğru
yürüdüğünü gördüm. Odasına gidiyordu kart almak üzere. Evet iyi bildiniz. NY’da zihnimde
beliren görüntü idi bu. Tanrım bu hikayeyi her hatırladığımda ürperiyorum.
Hayat beni yorduğunda, kendimi yönsüz
hissettiğimde, kendim ile temasım zayıfladığında hatta yittiğinde ya da kaybolduğumda,
yeniden ama yeniden hayata sihre sevgiye aşka inanmak için bu hikayeyi kendime hatırlatıyorum. Bizim gördüklerimizin
duyduklarımızın dışında bir dünya ve güç var kesin. Ve belki de önceden yazılmış
bir plan…
Ve sonra ne oldu dediğinizi duyuyorum.
İnanılmaz bir çoşku ve neşe ile İstanbul’a
döndüm. Ağzım kulaklarımda idi. O sıra India Arie’nin Acustic Soul albümünü pek
sık dinliyordum arabamda. I SEE GOD IN YOU isimli parçada takılıp kalmıştım.
Evet o adamda tanrıyı görmüştüm ben de. Hatta CD’yi hediye ettim ona bir sonraki
Antalya seyahatinde. Ona ‘’Altı numaralı
şarkıyı dinle lütfen.’’ diyebilmiştim sadece.
Adı CECIL idi.
Evet ismi buydu. Şimdi sıkı durun.
NY ‘da arkadaşım ve eşi ile son gecemizde
dışarda yemek yemiştik. Restaurantın adı CECIL’S CRAP RESTAURANT mış. Mış
diyorum çünki çocuklar için hazırladıkları eğlencelik boyama kağıdını beğenmiş
yanıma almıştım. Cecil’ ile karşılaşmamızdan çok sonra fark ettim durumu.
Peki bu karşılaşmadan bir kaç sene önce (ki
hala evli idim o sırada ) pek beğendiğim bir penye tshirt ün tüm
renklerini satın almıştım. Hayatımda da ilk ve son kez böyle bir şey
yapmışımdır. Bu tshirtlerin etiketindeki markanın ismi ne idi sizce? CECIL. Cecil’in soyadı da WHITE
idi. Tüm renklerin birliği. İnanılmaz geliyor değil mi?
Ben de bu karşılaşma sonrası bir şeyler harekete
geçmişti. Bir arkadaşıma içimde su yükseliyor sanki demiştim. Aslında duygularım
ya da sevgi kalbim açıldığından tüm bedenime yayılıyordu artık. Su
(duygular/sevgi) beni istila ediyordu…
Sağa baksam su sola baksam su oldu hayatım.
Su ve deniz üzerine şiirler yazmaya başladım birdenbire gelişti bu durum. Peş
peşe geliyordu şiirler. Gece uyanıyordum tüm şiir olduğu gibi iniyordu sanki. Cecil’in varlığını dingin bir deniz gibi hissediyordum. Soyadı
White idi. Antalya’nın kıyısında buluşmuştuk. O benim için Mr. AKDENİZ idi
artık. Şiir kitabımın adını ‘’AKDENİZİN KIYISINDAN TOPLADIĞIM AŞK ŞİİRLERİ’’
koymuştum. Herkes bildiğimiz Akdeniz sandı. Oysa Cecil’in varlığının kıyısından
derlenmiş şiirlerdi bunlar.
Hatta bir SU GRUBU isimli bir grup
kurmuştum o dönemlerde. Ayda bir kaç kez buluşup su üzerine sohbetler
yapıyorduk. Çok sevdiğimiz saydığımız konuklarımız da oluyordu arada. Bir
keresinde bir arkadaşıma ‘’İki kızım olsa adlarını Nehir ve Irmak koyardım’’
demiştim . Bir café de oturuyorduk. Tuvalete gittiğimde bir kaç dakika sonra
ikiz iki minik kız ile karşılaşmıştım. İsimlerini sorduğumda şok oldum. Irmak
ve Nehir idi isimleri. Sanırım algılarım açılmıştı. Kalbim açılmıştı o dönem. Uyumla
akıyordum yaşam ile…Hayat konuşuyordu benimle o sıralarda.
Ve bir şekilde mailleşmeye başladık Cecil
ile. Daha çok ben yazıyor anlatıyordum o da dinliyordu. Yukarıda anlattıklarımı
hiç anlatmadım ona .Yani NY daki vizyon onunla karşılaştığımda yaşadıklarım.
Deli demesinden çekindim belki de. Öyle
hatırlıyorum. Sadece içimde çocukluğumdan kalmış kırıklıkları yaraları ona
anlatıyordum. Hiç bir kimseye erkeğe hatta eşime bile anlatmadığım şeyleri
anlatıyordum. O da nezaketle bir kaç cümle ile yanıt veriyordu. Duyulmuş ve görülmüş
hissediyordum kendimi. İyi geliyordu bu tanıklık bu yazışmalar.
Üsküdar Salacak’ta iki dönüme yakın bir
bostanda müstakil bir eve doğmuştum. Masal gibi idi bu bahçe. Sadece kırmızı et
süt ekmek karpuz kavun dışardan alırdık. Tüm taze sebze meyve bahçeden çıkardı.
Babam ilgilenirdi biz de yardım ederdik. Üç yaş küçük erkek kardeşim de benim
oyun arkadaşımdı. Alt bahçe bostan üst bahçe çiçeklikti. Her bahar tam gün üst
bahçedeki çiçek bahçesinde geçirir
bahçeyi baharın uyanışına hazırladım.
Meditasyon gibi idi benim için. Tavuklar ördekler kazlar. Hatta bir seferinde
bir oğlak ve kuzumuz dahi olmuştu. Babamın bir de ahşaptan küçük bir balıkçı teknesi vardı. Yaz ayları denizde geçerdi günlerimiz. Güzeldi çocukluğum aslında.
Bir gün beş yaşı civarında iken kız arkadaşım Neşe (NY’da
ziyaret ettiğim arkadaşım) ile üst bahçede çırılçıplak soyunmuş bahçe hortumu
ile kahkahalar atarak birbirimizi ıslatıp oynuyorduk. Nasıl doğalnasıl açık nasıl dişil nasıl neşe kahkaha
dolu idik o an. Ve sanırım annem (uzun
yıllar babam olduğunu düşündüm ve Cecil’e de bu olayı anlatırken babam olarak
anlattım ) bizi yakaladı. Annem ya da babam çok öfkelendi . Neşe’nin
ağabeyi bahçe kenarından geçmişti fakat bizi görmemişti. Neşe yırttı cezadan.
Fakat ebeveynim beni evin içinde çıplak olarak feci dövmüştü. Islak tenime
üstelik. Çok canım acımıştı. Bugün ebeveynimin daha çok çevreden beni korumak için aşırı tepki verdiğini düşünsem de o olay sırasında ürkmüş korkmuş içe kaçmış
ruhum. Kapanmış kalbim varlığım. Kilit vurmuşum kalbimin kapısına. Çok narin
kırılgandır çocuk kalbi. Daha küçük dönemdeki fotoğraflarım ve tam o olayın
olduğu tarihteki fotoğrafım çok şey anlatıyor. Cıvıl cıvıl açık neşeli ışıltılı
bir çocuk yüzü varken donmuş çok ciddi bir surat var sonraki fotoğrafımda…
Böylece tüm yaşamımı kapalı bir kalp ve
varlık ile yaşamışım Cecil ile karşılaşana kadar. Döngüsel bir yaşam akışı olduğuna
inanıyorum. Neşe ile oyun oynarken yaşadığım bir olay ile kapanmıştı varlığım.
Yıllar sonra NY’da yine Neşe' nin yanında Cecil’in imgesi gelmişti bana.
Ve elbette ihaleyi kazanıp işi aldım. Bir kaç kez Antalya’ya gittim sonrasında. Kimi iş için
kimini de ben bahane yaratıp (ücretlerimi kendim ödeyerek elbette)gittim. Yemek yedik sohbet ettik .
Hayatlarımızı anlattık. Hatta bir gün arabada birlikte meditasyon yaptık. Kolay
değildi onun da yaşamı. Ona saygımdan detay vermeyeceğim.
Tensel bir yakınlaşmamız olmadı. Daha
doğrusu fiilen yakınlaşmamız olmadı. Aşk dönüştürmüyorsa aşk değildir der Şems-i Tebrizi. Ve evet aşk olmuştu. Nasıl bir neşe duygusu vardı içimde
anlatamam. Onun varlığı benim varlığıma dokunmuştu ve ben artık aynı ben
değildim.
''Aşık'' olmuştum Cecil’e…Fakat bir türlü
karşısına cesaretle geçip bunu ifade edemedim. Şiir kitabımın önsözünü İngilizce’ye çevirip ona hediye ettiğimi
hatırlıyorum. O sıralar da içimde bir denizkızı arketipi
yükselmişti. Mavi bir denizkızı! Hatta o dönemde katıldığım bireysel gelişim atölyesi dizilerinin
sonunda bir Mavi Denizkızı dansı bile yapmıştım atölye katılımcıları ve
eğitmenlerime. Daha önce yapmadığımız bir şey yapmamız istenmişti atölyelerin
mezuniyet töreninde.
Bizim hikayemizden esinlenerek bir de hikaye
yazdım o sıralar. ‘’Bir Su Masalı’’ isimli. Sonra başka hikayeler geldi.. Bu
hikayeler de o süreçte gerek gerçek gerek rüya ve gerekse hayallerimden oluşan hikayelerdir. Ve BÜYÜKLERE DENİZKIZI MASALLARI öykü kitabı böyle ortaya çıktı.
Hatta sonradan bu blogu açtım . Mavi Denizkızının Şarkıları ismiyle. Deniz kızları genelde negatif varlıklar olarak tanımlanır.
Bana göre ise tam aynalar. Onlara nasıl
davranırsanız o da size aynı şekilde davranır. Sonradan BeyondThe Horizon olarak değiştirdim
blogun ismini
Aslında ben ona olan ilgimi aşkımı ifade
ettiğimi düşünüyorum. Fakat işte o tarihteki Funda ürkekti. Bilemiyorum. Belki de budur doğal olması gereken halimiz. Bir keresinde Antalya’ya bir doğa kampı için
gitmiştim. Ona haber verebilir buluşabilirdik ve fakat çekindim. Beni red eder
istemez sevmez diye korktum sanırım. . Oyun oynamayı seviyorum . Mesajlar bırakmayı.
Parçaları birleştirip iz sürüp bulmayı bulunmayı…Bir su Masalı hikayesindeki campiramidi
betimleyen camdan bir piramit objeyi gerçekten bir restaurant bıraktım Cecil gelip alsın diye. Haber vererek elbette. Piramidi almış
olduğunu iletmişti sonradanJ
Ve aylar geçti böylece.
2008 Eylül’ün de bir rüya gördüm. Rüyamda yatak
odama uzun boylu siyahi bir adam geliyor ve bana odamda bazı işleri olduğunu çıkmamı
rica ediyordu. Çıkıyordum ben de bir kaç eşyamı alarak. Sonra notebook umu unuttuğu hatırlayıp geri dönüyordum odama. İçeri girdiğimde sanki manyetik alanı değişmiş gibi MR makinalarında
nasıl mıknatıs etki oluşuyor onun gibi notebookum sağa sola yapışıyordu ve o an
bedenimden çıktığımı hissetmiştim. Ben diye hissettiğim varlığı aynen
hissediyordum fakat her yerdeydim. Sınırım yoktu. Sadece huzur sevgi tamlık
bütünlük doyum duyguları vardı. Ve tekrar bedenime girerken hapishaneye daracık
bir yere girer gibi can sıkıntısı rahatsızlığı hissetmiştim. Tam o sırada bir ses ‘’ Cecil’de senin gibi.’’ demişti…Sonra da hemen uyanmıştım.
Cecil’de senin gibi sözünü halen çözemedim. Bazı fikirlerim var fakat ...
Aşkıma karşılık almadığımı düşünerek
yaşamın içinde yola devam ettim ben de .Tıpkı Bir Su MAsalı isimli hikayede olduğu gibi. Ve fakat kırgınlık
öfke yoktu içimde…Ve şimdi fark ediyorum böylesi bir şey yaşadığım için ne
kadar şanslıyım. Yaşam beni seviyor sanırım J
Ve 2009 yılında Portekiz’e bir seminere
gitmiştim ki orada biriile tanıştım. Dr
Emoto’nun semineri idi. Su kristalleri ile deneyleri olan kişidir Dr Emoto . Ah
şimdi hatırlıyorum 6 Haziran 2009 idi. Cecil’in doğum günü. Onu aramıştım
tebrik için. O da geri aramıştı ve yeni karşılaştığım kişinin arabasında
seminer yerine doğru yol alıyorduk okyanus kıyısında ki ‘’Sesinin iyi gelmesine
sevindim.’’ demişti telefonda Cecil.
Teşekkür etmiştim ben de.
Portekiz’de tanıştığım kişi ile bir ilişki
başladı sonrasında. Ülkeler arası.. Her gün görüşmeler. karşılıklı ziyaretler. Evlenmek
istedi benimle. İki oğlu vardı eşi ölmüştü. En küçük ve en büyük oğlanlar
benimkiler idi. Daltonlar çetesi gibi idi oğlanlar yan yana gelince. 2010 Temmuz ayında bir ay ailecek tatile gittik. Birlikte nasıl
oluyoruz diye anlamak iyi olurdu? Gerçekten birbirimize sarılıp çocuklarımızı sevgi ile şefkat ile büyütebilirdik. Benim oğullarımın da sevgi dolu bir babaya ihtiyaçları vardı. Ve eminim onun oğullarına da evlerinde sevgi dolu onları destekleyen bir anne profili iyi gelecekti. İnanmıştım bize. Ve o tatil benim için büyük hayal kırıklığı oldu. Yarıda kesip ayrılmak istememe rağmen kendisi tatilin sonuna kadar kalmamızı istemişti ve bende kabul etmiştim. Ve fakat olmadı işte. Bu ziyaretten sonra yanlış hatırlamıyorsam 2012 yılına kadar gelmeli gitmeli bir kaç görüşme daha oldu, fakat işte bir kere yaşanan o hayal kırıklığı malesef ilişkinin seyrini değiştirmişti benim için. Olmadı olamadı.
Tam biz Lizbon’da ayrılmadan bir iki gün önce Cecil’den mesaj
geldi. Antalya’dan ayrılacağı St Petersburg’a gideceği benim Antalya’ya gelmeyi
düşünüp düşünmediğimi soruyordu. Ben de Lizbon’da olduğumu İstanbul’a
döndüğümde arayacağımı yazmıştım. Ona Portekiz'li erkek arkadaşımdan bahsettiğimi hatırlıyorum. Zaten anlayacaktı niçin Portekiz'de olduğumu diye düşünmüştüm.
Ben de rahatça konuşup (yurtdışından konuşmak istemedim malum ) güle güle demek istedim ve dönünce aradım. Bana ‘’Hayatında biri var mı ? ‘ dedi. Önce şaşırdım bu soruya. Biliyor olmalıydı bana göre hayatımda biri olduğunu oysa ki. Yaşadığım ilişkiyi kendimi duygularımı gözden geçirip netleşmeden aramıştım onu. Aslında bir parçam bu ilişkinin olmayacağını benim açımdan bittiğini biliyordu ve fakat kendimle temas edip bunu kabul etmeden ve henüz ayrılık konuşmasını Portekiz’li arkadaşımla yapmadığım için kendimi bir ilişki içinde düşündüğümden ‘’Evet bir ilişkim var .’’dedim. İyi
dileklerle kapattık telefonu. Hikayemdeki gibi sevgi ile herkes kendi yoluna gitti.
Uzun süre sonra sosyal medyada bir kaç
mesajlaşma oldu sonrasında. Sordum ona o
soruyu neden sorduğunu. O da ‘’Bilemiyorum Funda, belki de sesin çok iyi
geliyordu’.. dedi. Bir şey diyemedim bende.
Yine zaman geçti…
1 Mart 2013 idi. Aceleci bir kararla
doğru bir seçim yapmayıp son derece büyük sıkıntılar yaşadığım ve bir yıla
yakın çalıştığım firmadan istifa etmiştim bir gün önce. Çanakkale ’ye yerleşip daha sakin güvenli doğal bir hayat sürmek
istemiştim oğullarımla. Doğal ekolojik yaşam ekolojik tarım ve çocuklar için özel bir yaşam alanı kurmak gibi fikirler vardı kafamda. O gün Nişantaşı’nda psikolog randevum vardı. Acıkmıştım. Saray’a girdim
Teşvikiye’de. Ve tahmin edin kim vardı orada?
Cecil bir arkadaşı ile iskender yiyordu. Ne
yediğini hatırlamam ilginç geldi şimdi yazınca.
İkimizde ellerimizi iki yandan havaya
kaldırdık . ''Nasıl bir tesadüf bu? '' ya da ''Hayat'' der gibiydik. Yanına gittim. Biraz sohbet ettik. Çanakkale’ye taşınacağımı
söyledim. Bu arada telefonu yoktu artık bende. Belki de eski teli artık yanıt
vermediği için telefonumda yoktu. Girişe yakın bir yere oturup yemeğimi
söyledim. Jet hızı ile yedim ve görüşürüz demeden ayrıldım oradan. Hafiften
kaçar gibi…
O yemeğini bitirip yanımdan geçse belki
telefonlarımızı alırdık. Belki beni arardı. Buluşurduk. Bilemiyorum her şey
olabilirdi. Yakınlaşmaktan görülmekten korkuyordum o zamanlar sanırım. Hattaçıkışta az ilerde bir kaç dükkanın önünde çıkışta karşılaşabileceğimizi umarak takıldığımı hatırlıyorum. Hem istiyor hem kaçıyordum işte.
Psikologum ile o gün ilk kez çalışacağımız
konu ise ilişkilerdi. Hep bu konuya
bakmaktan kaçındığımı söylemişti o gün psikologum. Yine hayat bizi karşılaştırmıştı ve fakat ben yine hazır değildim.
Şimdi biliyorum ta o beş yaşında yaşadığım
travma hep kapalı kalmam görülmemem saklanmam gerektiği gibi bir algı
yaratmıştı sistemimde. Çok çalıştım bu konuda sonradan. Artık kaçmıyorum. Ne
kendimden ne de yaşamdan…Ve görülmek güvenli. En derin arzumuz görülmek ve
olduğumuz gibi kabul edilip sevilmek değil mi zaten?
Onu Mart ortası açacağım seramik
sergime davet ettim mail göndererek. İstanbul’a gelirsen buralarda olursan diye.
Yanıt vermedi. Ya da belki de ulaşmadı mailim ona. Yanıt almayınca da ben de bir daha yazmadım
ona. Çok ısrarcı gibi görülmekten de hoşlanmıyorum.
Her karşılaşmanınillaki ilişkiye dönüşmesi ya da
yakınlaşılmasıgerekmiyor . Cecil ile
aynı ruhsal aileden olduğumuzu ve sevgiyi ışığı hatırlamam için ruhsal planda
bu karşılaşmayı planladığımızı söylemişti bir bilge kadın. Yaşadıklarım bunun
teyidi değil mi zaten? Bir nevi birbirimize ayna oluyoruz karşılaştığımız her
insan ile . Yükseltiyoruz enerjimizi titreşimimizi. Cecil’in belki de
yaşamımdaki misyonu bu idi. Kendimi çok zorda darda hissettiğimde kendime bu
hikayeyi hatırlatıyorum. İyi geliyor. Dengeleniyorum. Merkezleniyorum. Neşem
yerine geliyor J O ilk tanışma anındaki neşe duygusunu
hatırlıyorum. Güç ve cesaret veriyor o duygu yola devam etmem için. Ruhum ile temas ediyorum yeniden.
Yaşam
bizim düşündüğümüzden çok daha büyük sihirli bir yer gerçekten. Her an
her şey mümkün. Açık olmak yaşamın sunduğunu alabilmek ve neşe duygusunu takip
etmek sanırım bize düşen…
Bakalım Funda’nın masalı nasıl ilerleyecek?
Masal demişken. Cecil ile yemek yediğimiz
bir gün bana profesyonel yaşamlarına son verip UNİCEF ‘de çocuklar için
çalışmaya başlayıp çok mutlu olan arkadaşlarından
bahsetmişti. Bu çift dünyanın bir çok
yerinde görev alıyordu sanırım. Ve ben de son beş yıldır çocuklara yönelik çeşitli platformlarda gönüllü atölyeler yapmaktayım. Ne kadar iyi hissediyorum
anlatamam. İkinci üniversite de Çocuk Gelişimi okuyorum ve seneye 3. Sınıf öğrencisi
olacağım. Instagramda @kucukagacdogada isimli bir sayfa kurdum Bir de masal kitabı hazırlıyorum şimdilerde.
Masalları çocukların kurguladığı. Sanırım bu hayattaki yerimi misyonumu bulmama
da rehber oldu Cecil.
Yaşama minnettarım bize pusula olan
insanlarla karşılaştırdığı için.
Yaklaşık üç yıl önce Çatal çifti 45 günlük bir bebeği evlat edinmiş ve adını da Mustafa kemal koymuş. Ve üç yıl sonra biyolojik baba ortaya çıkıp çocuğu Çatal çiftinden almış.
Bebeğin annesinin bebeğini kuruma bıraktığı ve babasının da bugüne kadar arayıp sormadığını da yazıyor haber. Biyolojik baba bebeğin varlığından haberi olmadığını ifade etmiş.
Üç yıldır birlikte yaşadığı ailesinden, arkadaşlarından, odasından koparılıp hiç tanımadığı bir adam ile bilinmedik bir yere gönderilmiş Mustafa Kemal.
Ayça Çatal ''Oğlumu kalbimde büyüttüm. Onunla aramda kan değil kalp bağı var. Dosya yeniden incelensin. Oğlum bizimle büyüsün. Onu çok seviyoruz.'' demiş.
Zaten Mustafa Kemal 'de odasından evinden ayrılmak istememiş.
Nasıl bir şok yaşatılmış minik yüreğine Mustafa Kemal'in?
Kalbim sızladı.
En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim.
Verilen karara İTİRAZIM VAR!
Kanunlar, yazılı kurallar genel bir rehberdir sadece.
Yasayı uygulayanın bireye ve topluma karşı öncelikli sorumluluğu , o anda karşısına gelen olayda kanunların üstünde, en yüksek ilke ve değerlerle karar verebilmesidir.
Evet, çocuk hakları insan haklarının üstündedir. (*)
Mustafa Kemal'in hakları ve bütünsel iyiliği biyolojik babasının haklarının üstünde tutulmalıydı.
Biyolojik baba gerçekten de bilmiyor olabilir eşinin hamileliğini, fakat bu çocuğun haklarının çiğnenmesine gerekçe gösterilemez.
Belki de kurumun daha kapsamlı araştırma yapması , anne gibi babadan da rıza alması gerekirdi. Mustafa Kemal biyolojik babaya verilmeden önce, bu dosyanın etraflıca araştırılması ve sorumluların bulunması gerekirdi öncelikle. Çok hızlı otomatik refleks şeklinde değerlendirilmiş sanki dosya.
Böylesi bir uygulamanın onanması evlat edinmek isteyen bir çok aileyi insanı da huzursuz edebilir üstelik.
Sahi sevgi ne idi?
Sevgi emekti.
Sevgi özendi.
Sevgi ilgiydi.
Sevgi mevcudiyetti.
Üç yıl boyunca sevgi ile büyütülen bir çocuk, bir anda ona sevgi veren ailesinden koparılıp bilmediği bir insan ile bilmediği bir yere gönderildi.
Bu çok büyük yanlıştan bir an önce dönülmesini diliyorum.
Toplumun tüm kesimlerini bu dosyanın yeniden incelenmesi için kamuoyu yaratmaya ve Çatal çiftine destek olmaya davet ediyorum.
Mustafa Kemal acilen ailesinin evine dönmeli!
(1)İngiltere'de çocuklara cinsel taciz ve saldırı suçlarından hüküm giyen Mark Sutherland, kendisi hakkında, pedofil avcıları diye tanımlanan kişilerce toplanan ve mahkemeye sunulan delillerin, 'özel hayatın gizliliği ihlal edilerek' toplandığını ve hukuka aykırı olduğunu söyleyerek cezasına itiraz etmişti. Fakat Yüksek Mahkeme kararında çocukların çıkarlarının bir pedofilin ceza yargılaması sırasında öne sürebileceği herhangi bir hak iddiasından daha öncelikli olduğuna hükmetmiş, Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesiz temyiz başvurusunu reddetmişti. Yargıç Sales, insan hakları hukukunun özel hayatın mahremiyetini koruyan kurallarının bu davada sanık için geçerli olmadığına oy birliğiyle karar verildiğini eklemişti.
''Bir insanın hayatında öğrenebileceği en büyük ders, bu dünyanın acıyla dolu olduğu değil; elbette, bu acıyı kendinde olumlu bir şeye dönüştürmenin insanın kendi elinde olduğu, onu neşeye dönüştürme yeteneğinde olduğudur.'' Rabindranath Tagore