Anıt Ağaçlarımızı tespit ederek bir ANIT AĞAÇ HARİTASI yapılmasını ve direnişçi gençlerimizle paylaşılmasını öneriyorum. Eğer varsa böyle bir çalışma ilgililerin bunu Taksim Dayanışması ile paylaşmasını rica ediyorum.
Bu ağaçların başında nöbet tutarak onları korumaya almamız gerektiğini düşünüyorum.
Kızılderili 'ler ağaçların tarihi geçmişi bilgiyi kayıt altına aldığına inanırlar. Tarih ve kültür ağaçlarda saklıdır.
Ağacın bilgisini yani geçmişimizi kimliğimizi emperyalistlere vermeyelim!
Avatar filmi canlı olarak bu topraklarda beden buluıyor sanki...
Doğanın yeryüzünün tüm güçlerini elementlerini öğelerini uyandırmalı yardıma çağırmalıyız...
Anıt ağaçlar başta olmak üzere ağaçlara sarılıp "Seni seviyorum, teşekkür ederim, lütfen bizi affet" diyelim.
Aynı söylemi deniz, göl , ırmak gibi tüm su bulunan yerlerde "suya" yönelik yapabiliriz.
Bu çalışma Japon biliminsanı Dr Emoto'nun bizzat su ile yaptığı deneysel olarak çalışmalarda da vardır. "Suyun Mucizesi "isimli kitabı öneriyorum.
Keza tüm dağlar için de aynı çalışmayı yapabileceğimizi düşünüyorum.
Kodlarımızda dağ, ağaç ve ırmaklarlai iletişime geçebilen bir kadim /bilgelik olduğuna inanıyorum.
Bu kodu aktive etme zamanı gelmiştir dostlar!
Acil aksiyon almamızı öneriyorum...
Herkes bulunduğu bölgedeki anıt ağaçlarla, su ve dağ ile iletişime geçerek yukarıda aktardığım çalışmayı gerçekleştirebilir.
Bu şamanik bir çalışmadır!
Ve biz bunu gerçekleştirebiliriz...
Sevgiler
"Son üç günüm, Taksim-Gezi Parkı’ndaki ağaçları sökümden kurtarmak için başlatılan toplumsal eylemlerde geçti. Defalarca biber gazı teneffüs ettim, boğulma tehlikesi geçirdim. Ancak yine de şanslıydım. En azından binlerce başka kişinin başına geldiği gibi dayak yemedim, kafama gaz kapsülü isabet etmedi, panzerin altında kalmadım, kolum kopmadı ve bu sayede bu haftaki yazımı yazmam mümkün oldu. Elbette üç günlük sürekli eylemlilik hali yüzünden, size layık kalitede bir yazı ortaya çıkaramamış olabilirim. Bu yüzden peşinen affınızı diliyorum.
Başbakan’ın 1940’ta yıktırılan ‘Topçu Kışlası’nı ihya etme kisvesi altında AVM ve rezidans yapma planını açıkladığı günlerde kaleme aldığım ‘Menderes ve Erdoğan’ın Jakoben Belediyeciliği’ (Radikal, 4.11.2012) yazımda Taksim Meydanı’nın, Topçu Kışlası’nın tarihçesini anlatmıştım. Yıkılan kışlanın bıraktığı boşlukta kurulan ve Taksim Gezi Parkı diye bilinen 38 bin m2’lik yeşil alan, uluslararası şehircilik ve mimarlık tarihinin tanınmış isimlerinden, şehirci- mimar Henri Prost tarafından 1939-1942 yılları arasında törensel ve anıtsal bir alan olarak tasarlanmış. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün adına atıfla İnönü Gezisi diye adlandırılan park, daha sonraki dönemlerde Taksim Gezisi olarak bilinmiş. İstanbul I No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu parkı, 1993’te ‘kentsel sit alanı’ ilan etmiş. Her geçen gün yatay ve dikey betonlaşma ile katledilen İstanbul’un nadir yeşil alanlarından biri olarak büyük öneme sahip olan Gezi Parkı’nın kaderi, hükümetin büyük bir gaddarlıkla ezmeye çalıştığı toplumsal hareketin başarısına bağlı görünüyor.
Bir ‘meyve bahçesi’ olarak İstanbul
Gelin ‘Gezi Direnişi’nin başarılı olmasını beklerken, ağaçların tarihinde küçük bir gezinti yapalım.
“…Eskiden gaddar ve savaşçı olan Türkler, Asya halklarına özgü tatlı ve sakin bir yapılanma gösteriyorlar artık... Türkler, ağaçlara da saygı gösteriyorlar… Ağaç kesmek kadar kaçınılan başka şey yok.”
Bu satırlar 1784 Haziranı’nda İstanbul’da bulunan Leh soylusu, dilbilimci, tarihçi, mucit Jan Potocki’ye ait. Bugünü düşününce, şaka mı yapıyor diyor insan ama benzer sözleri ‘Le Corbusier’ namlı ünlü Fransız mimar Charles-Edouard Jeanneret de sarf etmiş. 1911’de Edirne, Bursa ve İstanbul’u kapsayan gezisinden sonra şöyle demiş Le Corbusier: “...İstanbul’un çehresini hatırlatan acele ile çizilmiş krokileri hâlâ saklıyorum. Ne güzel renkli ve canlı bir şehriniz var… İstanbul bir meyve bahçesidir, bizimkiler ise taş ocakları!..” Le Corbusier yaşasaydı da neresi ‘meyve bahçesi’, ‘neresi taş ocağı’ olmuş görseydi!
Le Corbusier’in bahsettiği ağaçlar muhtemelen bildiğimiz sıradan ağaçlar. Bir de ‘anıt ağaçlar’ var. ‘Anıt ağaç’, bir ağaç türünün, var olan diğer örneklerine oranla yaş, çap, büyüklük ve görünüm açısından çok daha farklı boyutlarda bulunan ağaçlara deniyor. Anıt ağaçlar, bilimsel açıdan değerli oldukları kadar, tarihsel, kültürel ve estetik açılardan da çok önemli. Anıt ağaç olmak için çok yaşamak gerekiyor. Yaşarken de pek çok olaya tanıklık etmeleri kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla kiminin aşağıda hikâyesini anlattığım ‘Yeniçeriler Ağacı’ ve ‘Vak Vak Ağacı’ gibi kanlı öyküleri, kiminin İstanbul-Bebek’teki ‘Manolya Ağacı’ gibi romantik çağrışımları, kiminin Beydağı’nı süsleyen ‘Mengerli Çınarı’ gibi hüzünlü hikâyeleri var. Kiminden Bolu’daki ‘Uşaklı Can’ gibi mucizeler yaratması bekleniyor, kimi Domaniç’teki ‘Çoban Murat Çamı’ gibi mistik duygular uyandırıyor. Kimi Küçük Çamlıca Tepesi’ndeki ‘Âşıklar Çınarı’ gibi aşıklara yuva oluyor, kimi Bursa Orhan Camii avlusundaki ‘Eskicibaba Çınarı’ gibi şairlere ilham veriyor. Gezi Parkı’ndaki 70’lik ağaçların altında yatan âşıkların, evsizlerin hikâyesini yazan da vardır elbet...
Elmalı Hazineleri
Türkiye’de yaşları 400 ile 2 bin arasında değişen 100 anıt ağaç kaldı. Bunların başında Batı Toroslar’daki Elmalı ilçesinin Çığlıkara bölgesindeki ‘Aslan Ardıç’, ‘Koca Katran’, ‘Koca Sedir’, ‘Dibek Sedir’, ‘Koç Sedir’, ‘Şah Ardıç’ ve ‘Katil Sedir’ gibi adlarla bilinen dev ağaçlar grubu geliyor. Bunlardan ‘Koca Sedir’ tam 2 bin yaşında. Uzmanlar çok canlı olan bu anıt ağacın eğer bir felakete maruz kalmazsa, en az 500 yıl daha yaşayacağını umuyorlar. Yine aynı bölgedeki Çığkuş mevkiinde, 2 bin yıldır 2200 metre yükseklikten dünyayı selamlayan yarı ölü ardıç ağaçlarının birçoğu da anıt ağaç niteliğinde. Bu ağaçlara Elmalı Hazineleri adı boşa verilmemiş.
Diğer anıt ağaçların hepsinin adını saymaya yerimiz yetmez ama hiç olmazsa bazılarını anabiliriz: Hatay-Samandağ’daki Musa Köyü’ndeki Mersin Kepirli Köyü’ndeki 3 bin yıllık ‘Ulu Çınar’, Bursa’da Osmanlı Devleti’nin kuruluş mitolojisinin parçası sayılan ‘Baba Sultan Çınarı’, Bursa Uludağ yolundaki 600 yıllık ‘İnkaya Çınarı’, İznik’teki 550 yıllık ‘Topkapı Çınarı’, İstanbul Kemerburgaz yakınlarındaki 7 metre çaplı gövdesi ile ‘Pirinçci Kavağı’, Uşak-Tepedelen’deki ve Kütahya-Tavşanlı’daki karaçamlar, Karaman’da Ketane Camii’ndeki pelit ağacı, Mersin-Gülnar Babadıl mevkiindeki ve Muğla-Dallı mevkiindeki serviler, Kütahya-Kumarı Köyü’ndeki hâlâ meyve veren bin yıllık kestane ağacı, Gülnar-Delikkaya yolundaki 2.5 metre çaplı gövdesiyle ‘Koca Çatal Çamı’, Bolkar Dağları eteğindeki Kadıncık Vadisi’nin kuzeyindeki 1107 yaşındaki ‘Ana Ardıç’ ile Cocakdere Vadisi’ndeki 900 yaşındaki ardıç ve 625 yaşındaki 40 metre boyundaki, 7.5 metre çaplı koca katran ağacı, Silifke-Gülnar yolu üzerinde birbirine sarılmış iki ağaçtan oluşan Bitişik Ağaç, Erdemli-Küçükfındık arasındaki porsuk ağacı, Eskişehir-İnönü’deki ‘Kepez Saçlı Meşesi’, yine Eskişehir-Seyitgazi’deki ‘Piribaba Meşesi’ ve ‘Keramet Dutu’, Antalya-Keme’deki ‘Gedelma Çınarı’, Hatay-Dursunlu’daki ‘Onat Çınarı’, İzmir-Menemen’deki ‘Dede Menengici’…
Modernite kurbanları
Anıt ağaçlar arasında çınarların özel bir yeri var. Latince ismiyle Platanus orientalis, yani Doğu Çınarı, Türkiye’nin Orta Anadolu hariç hemen her yerinde bulunur. Bunların bir kısmı insanlara değil belki ama yıllara, hatta asırlara meydan okur. Gövdelerinde oluşan kocaman kovuklara rağmen ölüme direnirler ve serin gölgeler oluşturmaya devam ederler. Örneğin bir zamanlar İstanbul’da Suriçi denilen tarihi bölgede dev çınarlar ve atkestaneleri yükselirdi. Bunların bir kısmı ömürlerini tamamlayarak, bir kısmı ise insanoğlunun hoyrat eliyle yok edildi. En büyük ağaç katliamlarından biri, Menderes’in 1957-1958 yılları arasındaki ‘Jakoben imar faaliyetleri sırasında yaşandı. Daha sonra kentin her genişlemesinden, her modernleşmesinden ağaçlar nasibini aldı.
Vak Vak Ağacı’nın Öyküsü
Eyüp Sultan Camii’nin iç ve dış avlularında Fatih Sultan Mehmed ile III. Selim tarafından dikilen dev çınarları seyrederken ya da Kadıköy Osman Ağa Camii’nin avlusundaki çınarın kitabesini okurken insanın içine garip bir duygu dolar ama bunun adını koymak zordur. Bazı çınarların hikâyesi ise çok kanlıdır. Örneğin Ayasofya ile Sultanahmet Camii arasında bulunan ‘Kanlı Çınar’ bunlardan biridir. Çınarın adını veren olay 1648’de geçer. Sultan İbrahim’i tahtından indirmek için ayaklananlar, ilk önce sadrazam Ahmet Paşa’yı yakalarlar ve Sadrazam Sofu Mehmed Paşa’nın Şehzadebaşı’ndaki konağına götürürler. Mehmed Paşa tüm malını mülkünü bağışlaması koşuluyla hayatını kurtarmayı önerince, Ahmet Paşa sevinçle teklifi kabul eder ama boynunu, Cellât Kara Ali’nin yağlı kemendinden kurtaramaz. Bir beygire bağlanan Ahmet Paşa’nın cesedini sürükleye sürükleye Sultanahmet Meydanı’na getirenler bizim çınarın altına bırakırlar. Ama asıl felaket burada başlar. Yeniçeri kıyafetine bürünen bir eşkıyanın, “insan yağı, mafsal ağrılarına iyi gelir!” diye etrafa haberler uçurması üzerine zavallı sadrazamın cesedi, parça parça edilip beşer onar akçeye satılır. İşte bundan böyle Ahmed Paşa ‘Hezarpare’, ‘yani ‘bin parça’ diye anılmaya başlar.
Çınar Vakası
Kanlı Çınar’ın şahit olduğu ikinci olay ise Girit’ten dönen yeniçerilerin dağıtılması âdet olan ‘ulufe’ denilen paralarını alamadıkları için isyan çıkarmalarıyla başlayan kalkışmadır. En şiddeti olayların 4-14 Mart 1656 günleri arasında yaşandığı ancak 9 Mayıs 1656’ya kadar süren olayların başlangıcında sarayın önüne büyük bir kalabalık toplanır, asiler idamını istedikleri kişilerin listesini Padişah IV. Mehmed’e verirler. Padişah Kızlar Ağası’nı, Kapı Ağası’nı, musahibini derhal boğdurtup cesetlerini duvarın üstünden isyancıların ortasına attırır. Ancak gözü dönmüş asiler cesetlerin başlarını keserek bizim Kanlı Çınar’ın dallarına asarlar. Aylarca bu feci manzarayı seyreden halk büyük bir dehşete kapılır. İstanbullular, dalları insan kafasıyla dolu bu ağaca, bir benzetme sanatı yaparak, cehennemin meyveleri insan başı olan ünlü vakvak ağacından ilhamla, ‘Şecere-i Vakvak’ ya da ‘Vakvak Ağacı’ adını verirler. Olay da tarihe ‘Çınar Vak’ası’ diye geçer.
Ama çınarın başına gelenler bitmez. Yıl 1826’dır. II. Mahmud, başıbozuk Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir. O zamanki adıyla At Meydanı’nda, bugünkü adıyla Sultanahmet Meydanı’nda ele geçirilen yeniçeriler, Sultanahmet Camii’nin mahfilinin altında bulunan taş odada boğdurulur ve cesetleri meşhur çınarın altına sürüklenir. Ağacın dalları, sanki meyve yerine insan vermiştir. Şair İzzet Molla bu manzarayı tasvir için bir de beyit düzer: “Bir zaman ehli fitne cami-i Han-ı Ahmedde/Bigünah asmış iken kullarını hallâkim/Şimdi erbab-ı şekanın dökülüp kelleleri/Meyve vaktine yetiştik secere-i vakvakın.”
Yeniçeriler Çınarı
Tayyarzâde Ahmed Atâ Bey’in (1810-1877) Atâ Tarihi’nin (Enderun Tarihi de denir) birinci cildinde anlatılan bir hikâyeden bildiğimiz bir başka ünlü çınar ise Yeniçeriler Çınarı’dır. Tarihi Fatih dönemine (1451-1481) kadar götürülen bu koca çınar, Topkapı Sarayı’nın Birinci Avlu’sunda, şimdiki Arkeoloji Müzesi’ne inen yolun başında, Darphane-i Amire’nin köşesinde yüz yıl kadar öncesine kadar heybetli vücuduyla ayakta kalacaktır. Çınarın gölgesinde her daim resmi giyimli yeniçeri ortaları sıralandığından olsa gerek, avluya bir dönem, Avrupalı seyyahlar “Yeniçeriler Avlusu”, çınara da “Yeniçeriler Çınarı” demişlerdir. O dönemlerde sık rastlandığı anlaşılan ‘ağaç altında oturan Yeniçeri’ manzaraları, İstanbul’un ilk fotoğraflarına konu olmuş, kartpostallara resimleri konmuş, seyahatnamelerde ve başka yerlerde adı geçmiştir. Bu çınardan bahseden seyyahlar arasında 1875 veya 1876’da İstanbul’a gelen İtalyan seyyah Edmond de Amicis, 1893 senesinde İngiliz Sefâreti’nde kâtiplik yapan oğlunu görmeye gelen Georgiana Max Müller de vardır.
Zincirli Selvi
İstanbul-Fatih’teki Kocamustafa Paşa Camii’nin avlusundaki ‘Zincirli Selvi’nin hikâyesi ise şöyle: Rivayete göre selvinin üzerinde bulunan zincir, altından borcunu inkâr eden biri geçerse hareketlenirmiş. Böylece alacağını tehsil edemeyenler, Kadı’ya ‘Zincirli Selvi’yi şahit gösterirlermiş. Ağacın yanındaki mezarın ise Hz. Hüseyin’in kızları Fatma ve Sakine’ye ait olduğuna inanılırmış. Kızların İstanbul’a nasıl geldiği ise muamma. Bazılarına göre Hüseyin’in katili Yezid, kızları Bizans İmparatoru IV. Konstantinos’a cariye olarak göndermiş. Bir rivayete göre ise kızlar Mısır’a gönderilirken gemileri korsanların eline geçince esir olarak İspanya’ya götürülmüş. İspanya Kralı da kızları imparatora hediye etmiş. ‘Tahire-i Muhteremeler’ diye isimlendirilen bu iki kardeşin nereye gömüldüğü bilinmiyor ancak İstanbul’un fethinden sonra Sümbül Sinan Efendi bazı rivayetlere dayanarak Zincirli Selvi’nin yanına bir mezar yaptırmış, yanına da bir Bektaşi Tekkesi kurmuş. Bu tekke II. Mahmut döneminde elden geçirilmiş ve ünlü hattat Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin talik yazılı bir kitabesiyle süslenmiş.
Büyükdere Çınarı
19. yüzyıla ait bir gravürden bildiğimiz bir başka ulu çınar ise bir zamanlar İstanbul- Sarıyer’de, Büyükdere Çayırı’nda yaşamıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ya bir yıldırım yüzünden ya da altındaki çay ocağında çıkan yangında yok olan‘Büyükdere Çınarı’nın altında I.Haçlı Seferi komutanlarından Godefroy de Bouillon’un 1096’da karargâh kurduğu rivayet olunur. Bu nedenle çınara Batı kaynaklarında ’Platane de Godefroy Bouvillon’ denilmiştir. Yine kaynaklara göre II. Mahmud sık sık gittiği Büyükdere Çayırı’nda, bu çınarın altında oturup Yeniçerilerin oynadığı Tomak oyununu seyredermiş. Ayrıca dönemin ünlü musiki üstatları çınarın altında konserler verirmiş…
Evet, anlatacaklarımız bitmedi ama yerimiz bitti. Ağaçlarla dolu bir dünya dileğiyle hepinize iyi pazarlar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder