27 Nisan 2013 Cumartesi

From Anais Nin

"Throw your dreams into space like a kite, and you do not know what it will bring back, a new life, a new friend, a new love, a new country."



 

"Hayallerinizi bir uçurtma gibi gökyüzüne salın, size neyi geri  getireceğini bilemezsiniz; yeni bir yaşam, yeni bir arkadaş, yeni bir aşk, yeni bir ülke."

19 Nisan 2013 Cuma

Büyüyemeyen Çocuklar Diyarı

Uzun zamandır kafamı kurcalıyor bu konu.

Avrupalı ya da Amerikalı aileler dört beş çocukla nasıl yaşıyabiliyorlar?

Maddi imkanlar elbette önemli bir kriter ancak orta ve düşük gelirli ailelerin dahi çok çocukla nasıl yaşayabildiklerini pek bir merak ediyorum gerçekten.

Üstelik o kültürlerde ev işleri , tamiratı , çocuk bakımı gibi işlerin ücretli yardımcılara yaptırılma alışkanlığı ya da imkanı da pek bulunmuyor. Çok pahalı bu tür hizmetler!

Benim cevabım şöyle. Bizim kültürümüzde olduğu gibi çocuklara zavallı, aciz, hiç bir şeyden anlamaz, hiçbir şeyi bilmez, eğitilmesi,disipline edilmesi gereken varlıklar olarak davranılmıyor o kültürlerde.

Çocukların  her yaşa uygun sorumluluklarını taşımalarına  kendileri  ile ilgili seçimler yapmalarına, karar vermelerine , istemedikleri şeylere "hayır" demesine izin veriliyor. Çocuk da bir birey olarak algılanıyor. Yetişkinler ile aynı haklara sahip "küçük adamlar ve küçük kadınlar" aslında  çocuklar başka diyarlarda . Bu yaklaşım ise çocukların özsorumluluğunu, özgüvenini , özsaygısını ve özsevgisini besliyor.

Aile içinde , okulda ve toplum içinde daha "demokratik" bir yaklaşıma maruz kalıyor o çocuklar. Evdeki otorite tarafından ezilmiyor, sindirilmiyor. Bunun sonucunda da "birey" olabiliyorlar. 



Biz bunun tam tersini yaptığımızdan çocukların varlığı bize yük gibi geliyor. Her anne baba ağlıyor üzerlerindeki sorumluluklardan dolayı. Zor geliyor ebeveynlik bize!  Hatta bazımız çocuklarımızla konuşurken  "Ödevimizi yapalım." , "Odamızı temizliyelim." "Uykumuz geldi."  gibilerinden çoğul konuşarak çocuklarımızın ne  kendi sorumluluklarını taşımalarına ne de kendi duygularına güvenmelerine izin veriyoruz.

Çocuklarımıza aşırı korumacı davranıp yaşlarına uygun sorumlulukları almalarına engel olduğumuz sürece de başkalarına muhtaç, yaşamın içinde karşılaştığı zorluklarla baş edemiyen, sağlıklı seçimler yapamayan ve dolayısıyla başına gelen herşeyden başkalarını suçlayan, şikayet eden, mutsuz çocuklar yaratıyoruz.

Birey olamayanlar işte ancak bir sürünün parçası olabiliyor. Bireyi desteklemeyen aile yapısı da bir anlamda sürünün büyütülmesine hizmet ediyor. Bu tarz ailelerin çok çocuk yapması sürüyü güçlendiriyor!

Hatta daha ileri gidip, çocuklarımızı birey olarak ya da onların da bu yaşama gelirken belirli yaşam deneyimlerini seçmiş bizlerden tamamen bağımsız ruhsal varlıklar olarak görmeyip, kendi seçim ve kararlarımızdan dolayı onlara yaratmış olduğumuz sözde zorluklar için bile kendimizi suçluyoruz.

Çocuklarımızı bir anlamda kendimizin kurbanları olarak görüyoruz. Bir anlamda aşırı korumacı eğilimimiz nedeni ile çocuklarımızın yaşadıklarından kendimizi suçluyoruz.

Belki de en derinlerimizde yatan kendi yaşam deneyimlerimizden ötürü anne ve babamızı suçladığımızdan, bir gün çocuklarımız tarafından da suçlanmaktan korkuyoruz. Bu da bizi daha çok bu döngünün içine çekiyor.

Oysa biz kendi yaşam deneyimlerimizden tamamen kendimiz sorumluyuz. Yaşadıklarımız bizim seçimlerimizin dışarıya yansıması. Kurban rolünü önce biz bırakabilirsek, ancak o zaman çocuklarımızın da kendini kurban olarak görmesine engel olabiliriz. Kendimizi suçlayarak onlara kurban  kostümünü giydiriyoruz aksi halde.

Bilinen bir örnek vereceğim burada.

Alkolik bir babanın iki oğlu varmış. Oğullardan biri alkolik diğeri profesör olmuş.

Oğullardan birine sormuşlar "Neden alkolik oldunuz?" diye. Oğul "Başka seçeneğim yoktu." demiş. Diğer oğula sormuşlar bu sefer "Neden profesör oldunuz?" diye. O da aynı şekilde "Başka seçeneğim yoktu." şeklinde yanıtamış soruyu. Özetle olaylara nasıl tepki verdiğimize göre şekilleniyor yaşamımız...Olayın kendisi ilgili değil yaşamımızın şekillenmesi!

Biz belirli bir yaşam deneyimi içine girmeyi seçmişiz diyelim.  İşte bunu bir tiyatro oyunu gibi algılarsak rol arkadaşları gerekecektir oyun için. İşte çocuklarımız da bizim rol arkadaşlarımız! Yine kendilerinin seçmiş olduğu bir oyunda bizim rol arkadaşımız olmayı seçenler de onlar.

Yaşamın zekası uygun zamanda uygun şekilde çocuklarımıza sunduğu "zorluklarla" onları olgunlaştımakta ve büyütmektedir aslında.

Fakat bizler güvenlikli sistelerde oturarak, çocuklarımıza özel okullarda toplum genelinde olmayan tamamen yalıtılmış ortamlarda eğitim aldırarak (ki bu okullarda veli ile okul idaresi arasında olmakta iletişim ve de çocuk kendisinin sorumluluğunu en az seviyede alabilmektedir bana göre) , eğlence ve sosyalleşme ihtiyaçlarını AVM lerde karşılayarak çocuklarımızı gerçek dünyadan ve özellikle de DOĞADAN uzaklaştırıyoruz ve bu şekilde yaşamın onları büyütmesine engel oluyoruz.

Kendimizi ve çocuklarımıza sunduklarımızı bir anlamda yaşamın kendisinin yerine koyuyoruz. Oysa bu yükü hiçbir insan omzu taşıyamaz. Yaşamın sunabileceği zenginliği hiçbirimiz sunamayız çocuklarımıza. Yaşamla çocuklarımızın arasından kendimizi çekip çıkartmalıyız artık.

Ayrıca onlar adına tüm sorumluluklarını  üstlenerek ve karşılaştıkları sorunları biz çözerek ağır zarar veriyoruz çocuklarımıza. Sakatlıyoruz muhteşem yeteneklere sahip olan bu varlıkları!

Dolayısıyla da özgüven ve özsaygı eksikliği olan insanlar yetiştiriyoruz. Sürüyü büyütüyoruz!

Hani bir örnek vardır. Kelebeğin kozadan çıkmasına yardım edince , sözde iyilik etme güdülerimiz ile  kelebeğin uçamayıp yerlerde sürünmesine neden oluruz ve de ölmesine. İşte bizim de çocuklarımıza yaptığımız bu bir anlamda. Onların özgürce kanat çırpıp kendilerini gerçekleştirmelerine engel oluyoruz.

Bırakalım kendi deneyimlerini yaşasın çocuklarımız.

Bizim asıl sorumluluğumuz evrensel değerleri ve doğruları onlara öğretebilmek ve yaşam boyu uzaktan da olsa yanlarında olduğumuzu hissettirerek onlara bir rehberlik yapmak.

Hepsi bu!

Halil Cibran'ın sözleri ile onlar yaşamın çocukları!

Ve yaşamın kendisi  onların asıl ebeveyni ve öğretmeni...

Yaşamın çocuklarımıza dokunmasına izin verelim artık!

Sevgiyle,



13 Nisan 2013 Cumartesi

VACLAV HAVEL " İNSAN VE DOĞA"

"Çağdaş bilimin dünya ile arasındaki geliştirip biçimlendirdiği ilişki,gücünü yitirmiş görünüyor. Bu ilişkide -tuhaf bir şekilde- bir şeylerin eksik olduğu gitgide açıklık kazanıyor. Belliki gerçekliğin en doğal haliyle ve doğal insani deneyim ile bir bağlantı kurmayı başaramıyor. Şu andaki biçimiyle tamamlayıcı ve anlam kaynağı olmaktan çok,ayrışma ve şüphe kaynağı halini almıştır. Bu durum insanı nerede ise şizofreninin eşiğine taşımaktadır. Gözlemci konumundaki insan, bir varlık olarak kendisine yabancılaşıyor. Klasik çağdaş bilim,şeyleri ancak yüzeysel olarak, gerçekliğin yalnızca bir boyutu ile tanımladı.Ve bilim bu boyutu tek başına,gerçekliğin esas özü olarak bağnazca ele almayı sürdürdükçe daha da yanıltıcı oldu. Örneğin bizler bugün,evren hakkında atalarımızın, bildiklerinden çok çok daha fazlasını bilebiliriz;fakat buna karşı görünen o ki,onlar bizim bildiğimizden çok daha esaslı birşeyler biliyorlardı-bizim şimdi kaçırdığımız birşeyleri.Aynı durum bizler ve doğa için de geçerlidir. Organlarımız, onların işlevleri, içsel yapıları ve onlar arasında oluşan biyokimyasal  tepkimeler ne kadar çok tanımlanırsa, onların birlikte yarattıkları ve bizim 'kendimiz' olarak deneyimlediğimiz sistemin ruhunu, amacını ve anlamını yakalamakta o kadar yetersiz kalacağız gibi görünüyor."  Vaclav Havel Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı

Yeryüzü ile Konuşma Sanatı , Gaia'nın Doğuşu Bölümü