30 Kasım 2019 Cumartesi

Toplum İçin Sanat

Bilinen tartışmadır sanat için sanat mı yoksa toplum için sanat mı?

Cem Yılmaz 'ın son filmi gişede çakılmış. Kendi ifadesi bu.



İnsanları güldürmeyi çok iyi bilen biri Cem  Yılmaz ki zekanın en belirgin özelliği bana göre.

Peki ne olmuştu da önceki filmleri çok başarılı iken bu filmde beklenen olmamıştı?

İzlemedim gerçi ve fakat genel çizgisinde bir film olduğunu düşünüyorum. Gerçi iki hikaye iç içe geçmiş anladığım.

Acaba insanlar ağır ekonomik koşullar, iklim ile ilgili endişeler, yaşadığımız coğrafyanın dinmek bilmeyen kanayan yarası gibi ruhumuzu yoran inciten hallerden mi çok bezmişti de gülmeye bile mi halleri kalmamıştı? O kadar mı keyifsizdik yani?

Gerçi basında filmin boykot edildiği şeklinde bilgiler de var ve fakat onu da ölçmek mümkün değil.

Sonra aklıma Yılmaz Erdoğan ve Çok Güzel Hareketler Bunlar 2 geldi. Ailecek her Pazar akşamı izliyoruz ve kendimizce hafta başına hazırlanıyoruz.



E çokça da gülüyoruz . İyi geliyor bize . Terapi gibi desem yalan olmaz. Ve eminim iyi ratingleri var programın.

O zaman Yılmaz Erdoğan'ın  bir sözü aklıma geldi. Hayata dair gerçek yaşanan yaşanmış problemleri çatışmaları mizahlaştırınca, ortaya iyi bir şey çıktığını ve halkın da beğenisini aldığını bu tarz hikayelerin ifade etmişti.

Ve düşündüm.

Belki de acı ile yokluk ile onlara  gülerek baş edebiliyorduk. Kendimize hayatımıza gülebilmek...Belki de acı ile üzüntü ile hayal kırıklığı ile incinmiş yaralanmış yanımıza merhem oluyordur bu hikayeler.  Hafifliyordur  yükümüz hüznümüz... Başka bir açı ile bakabilme gücü veriyordur belki de kendimize hayatımıza... Belki de budur ruhumuza direnci mücadeleyi umudu üfleyen.

Sadece gülmek için yaratılmış gerçek olmayan hayali hikayelerin o kadar dönüştürücü etkisi yoktur belki de üzerimizde.

Ve şu anda toplumsal olarak ihtiyaç duyduğumuz da umut...İnsana yaşama dair umut...

Sevgiyle olalım,











xxxx


23 Kasım 2019 Cumartesi

Hala Bir Umut Var

İnsanlık için kritik bir eşikteyiz.

2008 yılında ekonomik kriz patladığında eski bankacı , finans uzmanı arkadaşım ''Bu bildiğimiz bir ekonomik kriz değil, dünyanın sonu geldi.'' demişti. Anlamamış çok karamsar bulmuştum onu.

Dünyanın sonu derken sanırım insan türü ile ilgili idi yorumu. Biz olmadan da dünya kendini iyileştirir  ve yoluna devam ederdi nasıl olsa..

İnsan o kadar kör ve sağır ki. Bunun nedeni şehirlerde sıkışmışlığımız ve doğa ile bağımızın kopmuş olması bana göre. Bir nevi duyularımız sezgilerimiz felç olmuş. Belki de sistem bu nedenle körüklüyor doğada var olmanın korkusunu ki şehirlere dolalım. Daha kolay ulaşılır oluyoruz belkide  beyinlerimizin yıkanması ve bize ucuz maliyetli satış yapılabilmesi için...




Kim olduğumuzu nereye ait olduğumuzu unuttuk özetle. Büyük bir ilüzyonun içindeyiz ve acil uyanma vaktidir.

2018 yazı gibi kardeşimi ziyaret etmiştim Kaz Dağı'nın sırtlarında bir yerde. Midilli 'ye karşı oturup kitap okuyordum evinin balkonundan. Tam ismini hatırlamıyorum kitabın. Bitkilerin zeki varlıklar olduğunu anlatan bir kitaptı. Bizim beş duyumuz vardı onların yirmiye yakın duyusu. Bizden çok daha gelişkin varlıklar olduğunu anlatıyordu yazar. Görmek duyma tatma koklama dokunma gibi temel duyularımızın ağaçlarda da olduğunu ve bunu örneklemelerle  anlatıyordu yazar.

Beni çok etkileyen,  bir ağaca zararlı bir böcek saldırdığında ağacın o böceği iştahla yemeği seven kuş türüne bir şekilde sinyal yolladığını (koku salmak da olabilir) ve kuşların ağaca yönelerek ağacı bu böceklerden kurtardığına dair bir bölüm oldu. Doğanın bir öğesi diğer bir öğesine bizim göremediğimiz şekilde  yardım sinyali yolluyor ve olaya müdahele ettiriyordu.

Doğanın tüm öğeleri ile insan dahil görünmez ağlarla birbirine bağlı olduğunu düşünüyorum.   Bunu hatırlamak ve yaşam biçimimizi alışkanlıklarımızı buna göre yeniden yapılandırmamız gerekiyor acilen.

Her türlü üretimde kullanılan ham madde denilen malzeme, aslında yeryüzünün eti kemiği kanı. Şöyle bir etrafınıza bakın. Belki evdesiniz belki bir cafe de ya da ofiste.  Gördüğünüz her şey masadan arabaya, asfalttan çantaya, gözlükten ayakkabıya , parkeden yatak yorgana  her şey ama her şey bir ham maddeden yani dünyanın etinden canından kemiğinden üretilmiş şeyler.

Global şirketler dünyayı bir çekirge sürüsü gibi sardı. Daha çok kar isteniyor. Bunun için daha çok satış gerekli. E peki bu ne demek. Daha çok üretim ve bunun için ham madde ki yeryüzünün daha çok sömürülmesi etinin kemiğinin çiğ çiğ çiğnenmesi demek bu.

Bu şekilde üretmenin ve tüketmenin sürdürülebilirliği yok. Yaşamın sürdürülebilirliği yok!

Şimdi bu hastalıklı bencil zihniyete sahip insan türünü yeryüzü için zararlı bir böcek gibi düşünün.

Nasıl ki ağaç  bilemediğimiz açıklayamadığımız şekillerde zararlıdan kurtuluyordu işte yeryüzünün de insana bunu yapması çok muhtemel.

Bazı ülkelerde şirketler kar zarar hesaplarını ham madde temini sırasında çevreye verilen maddi zararı da dikkate alarak yapıyor. Bu noktada ne demek istediğimi daha iyi anlatabildiğimi düşünüyorum.

Bu noktada anladım arkadaşımı. Evet yeryüzü ekonomik kriz adı altında frene bastırıyordu bizlere. Bu gidişe bir dur diyordu müdahale ediyordu. Onu daha çok kemirip çiğneyip tüketmememiz için.  Aslında bize karşı değil bizim için yapıyordu bunu. Yılda beş kez yurt dışına çıkamıyor olabiliriz, ya da her ay yeni marka kıyafet alamıyor veya eskilerimizi tamir ettirip yeniden kullanmanın yollarını arıyor olabiliriz şu sıralar. Arabamızı satmak zorunda kaldık belki ve toplu taşıma kullanıyoruz. Ya da yıllardır kenarda duran bisikletimize binmeye başladık. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz şu anda. Evet toprak ana el koydu belki de arkadaşımın dediği gibi  bizi bu çılgın kendimize zarar vermek üzere olduğumuz yoldan geri çevirmek için.

Ve bu noktada çocukluğum geldi aklıma. Salacak'ta 1.5 dönüm bostanı olan müstakil bir evde büyüdüm. Ta 20 yaşıma kadar o bahçeli evde yaşadım. İnanın süt peynir et ekmek kuru bakliyat dışında bir şey satın almazdık. Bir de kavun karpuz.  Tüm sebze meyve bahçemizden yetişirdi. Tavuklar ördekler kazlar vardı. Fındıktan incire çeşit çeşit duttan çam fıstığı ağacından kiraza malta eriğine her türlü meyve ağacı. Eve gelmezdik yemek için. Hele bir armut ağacım vardı. Çok kolaydı çıkmak ve üstüne tüner tek tek sulu lezzetli akça armutları mideye indirirdim.

Hatırlarsanız evlerimizden pek çöp çıkmazdı. Bizim evde gıda atıkları ya hayvanlara yem olurdu ya da babam toprağı beslesin diye (şimdinin kompost olayı) toprağa gömerdi. Endüstriyel gıda olayı evlerimize girmemişti. Yoğurdu tarhanayı sucuğu turşuyu salçayı reçeli hep evlerde yapardık. Mahalle bakkalımız vardı. En fazla gazoz bisküvi sakız alırdık. Süpermarketler yoktu. Çeşit çeşit soslar adını bile söyleyemediğimiz yiyecekler yoktu raflarda. Plastik değildi hayatlarımız anlayacağınız!

Ve annem dikerdi tüm kıyafetlerimizi. Bayramlık alınırdı dışarıdan sene de bir iki kez. Ve de yılda bir kez ayakkabı alınırdı. Dışarıda yemek yemek gibi bir adet yoktu. Evde pişen sağlıklı tencere yemekleri yenirdi. Bostan ev ekonomisine çok ciddi destek olurdu. Babam devlet memuru annem ev hanımı idi. Dedem kurmuştu bu yuvayı. Elleri ile dikmişti o ağaçları. Bir gün babam ve üç kardeşinin kararı ile müteahhite verildi bahçem ve malum bildiğiniz hikaye.

Dünyanın kurtuluşu aile çiftliklerinde.  Ne kadar endüstriyel üretimden özgürleşebilirsek o kadar şansı olacak dünyanın. ''Yerel üret yerel tüket'' mesajı çok anlam buluyor burada.

Ve yeniden evlerde pişmeli yemekler. Zaman içinde azaltılmalı dışarıda yemek yeme alışkanlığı. Elbiseler ayakkabılar tamir edilmeli. Az kullanılmışlar takas edilebilir. Kuzenler birbirimizle değiş tokuş yapardık kıyafetlerimizi. Komşular arasında takaslar olabilir. Ya da armağan ekonomisi çerçevesinde hizmet değiş tokuşu yapılabilir. Ben İngilizce öğretebilirim komşumun kızına o da benim oğluma gitar çalmayı öğretebilir. Burada da kopmuş insan bağlarının yeniden kurulmasını görüyoruz.

Anlayacağınız toprak ana el koydu bu gidişe. İnsanları yeniden iletişime sokmak kopan bağları onarmak ve de tüketim çılgınlığına dur diyebilmek için . Bize karşı değil tüm bunlar bizim için...

Oturup bir liste yapmalı. Çocukluğumuzdaki alışkanlıklar ile bugünün alışkanlıklarımızı karşılaştırmalı. Toprak ananın sesini çağrısını duyup bir yerden başlamalı acilen.

Zaten biz bu iradeyi gösteremediğimiz sürece daha çok ekonomik krizler ve bambaşka şeyler çıkacak karşımıza. İklim değişimi de bu mesajı vermiyor mu zaten?

Evet marka marka kıyafetlerimiz ayakkabılarımız yoktu, evde yemek yerdik, kıyafetler kitaplar değiş tokuş edilirdi, kendi mahallemiz de var olurduk bayramlarda gidilirdi akrabalara yaz tatili bile anlayamadığımız bir kavramdı bir zamanlar, ve fakat çok mutlu idik.

Tüm bu hikayenin bir ucunda da eğitim sistemi var. Milyonlarca üniversite mezunu işsiz. Yıllar önce İngiliz bir müşterimle konuşmuştuk bu konuyu. Anlayamadığını iletmişti gençlerin üniversite tutkusunu. Kendi ülkesinde sadece akademik kariyer planlayan ya da doktor mühendis gibi meslekler için insanların üniversiteye girdiğini lise bitince insanların bir işe girip orada eğitim ve deneyim kazandığını iletmişti. İşte bu noktada kaybolan zanaatlarımız aklıma geliyor. Endüstriyelleşme sonucu ortadan kalkan meslekler zanaatkarlar.

Gençlerin bir meslek edinmesi rızkını kazanması bir zanaat edinmesi dünyanın geleceği için de çok önemli. Bundan 150 yıl öncesindeki zanaatkarları düşünün. Bu tarz üretimler daha çok ihtiyaca yönelik üretimlerdi. Kıyafet ihtiyacımız olduğunda kumaş alır terziye giderdik ya da evde dikilirdi kıyafet. Şimdi bir AVM ye girince vitrinlerin cazibesine dayanmak zor. Elimizde çeşit çeşit kredi kartları. Kaç giysi ayakkabı var dolaplarınızda bir yıldır, tam 365 gün hiç giymediğiniz.

İşte sistemin bize dayattığı bu tüketim çılgınlığından çıkmanın bir yolu da eskinin mesleklerini zanattlarını yaşama geri döndürmek .  Hem tüketimi frenlemek hem de yerel zanaatkarlara yönelmek.

Meslek okulları bir çözüm olabilir bu noktada. Belki de eğitim politikamızda çok ciddi düzenlemeler yapılmalı bu vizyon ışığında.

İnsanlığa samimi olarak hizmet etmek isteyen bütünü düşünebilen hükümetler var ise (çoğu global şirketlerin elinde gerçi) aile çiftliklerini köye dönüşü ve yerel üretimi / zanaatkarı destekleyici modeller geliştirir.

Özetlersem aile çiftlikleri (köye dönüş de bunun bir parçası) , eskinin yaşam tarzı ve alışkanlıklarına olabildiğince geri dönmek ve yeni nesillere zanaat edindirmek ile belki bir şansımız olabilir yeryüzünde.

Tam bu noktada Danimarka'da çiçek şeklinde kurgulanmış insancıl yaşam alanlarına dikkatini çekmek istiyorum. Atatürk'ün Cumhuriyet Köyü projesine ne kadar benziyor değil mi?





Kim bilir belki de global ekonomik kriz insandan yana global kapitalizme karşı toprak ananın yarattığı bir savunma mekanizmasıdır? Böcekleri yok etmek için ağacın yardım çağrısını hatırlayın...

Burada en önemli nokta ise insanın aç gözlülüğü ve hırsını yönetebilmesi...

Her kes çok zengin olmak istiyor. Hiç çalışmadan yorulmadan emek vermeden sorumluluk almadan zenginliğe ulaşmak rahat yaşamak istiyor.  Oysa ki mutluluğun huzurun  neşenin  keyifin yer yüzünde hafif bir yürekle yaşamın maddi anlamda sahip olduklarımızla hiç mi hiç ilgisi yok.  Ve de insan olmak için bireysel çaba sarf etmemiz  kendimize emek vermemiz gerekiyor. Belki de asıl bu varoluşsal kavramları insan olmanın felsefesini anlatmalıyız öncelikle yeni nesillere?

Düşünecek çalışacak çok malzeme verdim size sanırım...

İyi hafta sonları olsun bakalım.

Kendinize çok iyi bakın sevgili dostlar.











x










15 Kasım 2019 Cuma

GÜNÜN SÖZÜ / WORD OF THE DAY

''Denizi seviyorsan dalgaları da seveceksin. Korkarak yaşarsan hayatı sadece seyredersin''. Nietzsche


''If you love the sea you will love the waves. If you live scared, you will only watch life.''