6 Kasım 2021 Cumartesi

Vanessa Atlanta Kelebeği

Vanessa Atalanta imiş bu kelebeğin adı. 


Hafta içi Perşembe günü yazdan kalma bir gün vardı.

Doğancılar Parkı'na gittim test kitabımla.

İkinci Üniversite eğitimi dahilinde , Çocuk gelişimi 3. sınıf öğrencisiyim ve önümüzdeki hafta sonu için vizelerime çalışıyordum.

Kısa kollu tshirt ile hem güneşleniyor hem de test çözüyordum.

Bir anda dikkatimi uçuşan iki kelebek çekti.

Dedim yaz yazdan kalma bir gün idi.

Bir an durdum izledim onları. 

Ne kadar zarif, mutlu ve hafiftiler.

Gözlerimi kapadım ve birinin gelip alnıma konduğunu hayal ettim.

Sonra testime döndüm.

Bir süre sonra kelebeklerden biri gelip sol elimin işaret parmağına kondu.

Şaşırdım. Hemen uçar dedim içimden. Yanlışlıkla ağaç mı sandı beni acaba dedim?

Yok. bekledim bekledim uçmadı.

Dakikalar geçiyordu ve kelebek parmağımdaydı hala.

Aklıma düşünceler üşüştü.

Oğlum Konya'daki Kelebek Vadisi'ne gitmek istiyordu. Onu hatırladım bir an. Öncelikli planımıza almalıyım dedim içimden.

Sonra kanatlarını yukarı kaldırdı dimdik durdu kanatları.

Acaba yoruldu ve dinleniyor mu dedim? Ay yoksa ölecek mi?

Kendimi bıraktım daha bir gevşedim ve sadece onu izledim.

Nerede ise on ya da on beş dakika öylece durduk. Hiç kıpırdamadım.

Kabul verdim olmakta olana. Bir ağaç gibi sanki  o anda varlığımı açarak sadece nefes aldım ve var oldum.

Sonra minik ayakları ile sanki yüzünü ovuşturdu ve uçtu tekrardan.

Etrafımda bir kaç tur atıp karıştı hayatın içine.

Onun hayatı için kocaman bir zamanı benim parmağımda dinlenerek geçirmesinden, bana güvenmesinden müthiş onur duydum, iyi hissettim, mutlu oldum.

Güveniliyor olmak seviliyor olmaktan daha da değerli. Adını merak ettim bugün bu yazıyı yazmadan önce. Adı Vanessa Atlanta (Atlanta kısaca) imiş.

Atlanta ne demek diye araştırınca da, Yunan mitolojisinde ismi geçen bir kahraman olduğunu okudum.

Koşuda onu geçen erkekle evlenmeye rıza gösteren bir bakire kız figürü olarak tanımlanıyor.  Afrodit'in yardımı ile Hippomenes'in   kasten  düşürdüğü üç altın elmayı almak için durduğunda ona yeniliyor mitolojiye göre.

Havalar daha soğumadan bir Konya seyahati yapılacak anlaşılan.

Güzel bir hafta sonu dileğimle.






Görsel/ adameros-kelebek türkiye



xxxx

19 Eylül 2021 Pazar

Türsel Yalnızlığımız ve Kalbin Habitatı

Sekiz milyar insan ve diğer bir çok tür bu gezegende yaşıyoruz.

Ve bildiğimiz bizim yaşayabileceğimiz tek gezegen var . Adı Dünya.

İnsanlık hep merak etmiş evrenin başka yerlerinde zeki türler var mı diye?


Gezegeni iyileştirip açlığı yok edip daha iyi bir dünya için harcanacak iken, başka gezegenlerde hayat ya da zeki varlıklar  arayışına milyarlarca dolar harcanmış harcanıyor. Bir de sekiz milyar insanın bilgisi ve onayı olmadan evrene, uzaylılara ulaşması dileği ile MESAJ gönderiliyor.

Uzaylıları zeki / akıllı varlıklar diye tanımlıyoruz genelde ve fakat son derece saldırgan yıkıcı bir tür ile karşılaşmayacağımızı kim garanti edebilir?

Sadece kendimize aynada bakmak yeter bunun için.

Nitekim Stephen Hawking insanlığı üç başlıkta uyarmıştı ölmeden önce. Biri yapay zeka, diğeri uzaylılarla kurulacak temas ve en sonunda da virüsler idi. Virüsler ile ne anlatmak istediğini ağır beller ödeyerek öğreniyoruz insanlık olarak. Diğer iki uyarısını da dikkate almamız için önemli bir veri bu bana göre.

Bu noktada insan türünün zeki bir varlık olarak tanımlayıp tanımlayamayacağımıza da bakmak gerekiyor.  Kendi yuvasında yangın çıkaran ve sonunu getiren bir tür zeki olabilir mi? 

Bir canlıya zeki diyebilmek için diğer canlılarla sömürüye dayanmayan uyumlu bir ilişki ve davranışlarının sürdürülebilir bir yaşamı destekliyor olmasına  bakmak gerekiyor bence. 

İnsan kesinlikle zeki bir canlı türü değil. Saldırgan ve bencil, kesinlikle sürdürülebilir bir yaşamı da desteklemiyor edinimleri.

Doğal seleksiyonun insanı tercih edip etmeyeceği geldi aklıma bu noktada. Düşündürücü değil mi?

Gelelim asıl mesajıma.

16 Kasım 1974 yılında Arecibo Gözlemevi' nden yüz binlerce yıldızı barındıran M13 kümesine doğru tek bir seferlik bir mesaj yayınlanmış. Bu mesajın içinde 0 ve 1 rakamları ile ikili sayı sistemi kullanılarak , insan DNA 'sının özeti, tipik insan boyutu, o tarihteki dünya nüfusu ve gezegenimizin Güneş Sistem'indeki yerini anlatan bir mesaj yayınlanmış. Başka tarihlerde de benzeri yayınların yapıldığını okumuştum bir yerlerde. Gerçekten de bu temasa hayatını adayan bilim insanları var.

Ve fakat bu temasın sonuçlarını öngörmek mümkün değil Hawking' in uyarısında olduğu gibi.

Kurumların risk yönetiminde riskin gerçekleşme olasılığına ve gerçekleşmesi halinde meydana gelecek zararın büyüklüğüne bakılarak ilgili risk yönetimi için farklı araçlar değerlendirilir. 

Romantik uzaylı varlıklar düşüncemizin tam tersi ile karşılaşma olasılığımız % 50. 

Böylesi bir temasın meydana getirebileceği zarar ise gezegenin tamamen yok olması seviyesine kadar gidebilecek bir zarar.

Bu bağlamda uzaylılarla temas için yayın yapmak son derece yanlış , yıkıcı, bencilce bir edinim.

Anayasa değiştirirken bir referandum yaparken, gezegeni yok etme olasılığı yüksek olan türlerle iletişim kurmak için dünyalılara görüş sorulmaması, tam bir hukuksuzluk adaletsizlik ve ahlaksızlık.

Küresel iradenin onayı ile böylesi bir temas için adım atmak gerekir oysaki.

Belki de tür olarak yalnız hissediyoruz kendimizi. Ve fakat gerçek olan da bu değil. Gezegendeki tüm canlılarla ortak bir enerji alanını , kalp habitatını (*) ki bazıları buna Tanrı 'da diyor paylaşıyoruz. Dolayısıyla yalnız değiliz. Yeter ki bu sevgi alanını hissedebilecek hassasiyet ve duyarlılıkta olalım.

Özetlersem,

Tek evimiz yuvamız var ve tüm kaynaklarımızı yuvamızı yaşanabilir bir yer yapmaya harcamalıyız.

Sekiz milyar insanın onayı alınmadan yüksek risk içeren uzaylılarla temas etme projelerine derhal son verilmelidir.

Türsel yalnızlığımızın çözümü, tüm türler arasında barışı tesis edip, çocukların gençlerin doğa ile bağlarını güçlendirmeleri için alan açacak ortamlar yaratılmalıdır. Kentsel tasarım da buna dahildir.


(*) Kalbin Habitat'ı kavramından bahseden Richard Louv ile yapılan söyleşiden notlarımı içeren yazım için...

https://www.blogger.com/blog/post/edit/5153709369748114580/476531342180322541



xxx

Tarih Tekerrürden Mi İbarettir?

Geçen hafta iki kez karşıma çıktı  bu cümle.

Ve gerçeklik payını düşündüm. 


Aslında biz insanları kısır bir döngünün içine kapatan, gelecekten umut etmemize engel olan, yeniliğe dönüşüme  kapalı bir ifade değil mi sizce de?

Nasıl ki insan kendi bireysel hayatında başına gelen olaydan dersini alıp, yeni bakış açısı geliştirip, yeni seçimler yapmadıkça aynı bireysel hikayesinin içinde dönüp duruyor, bu toplumlar hatta tüm insanlık için de aynı değil mi?

Toplum olarak da insanlık olarak da ortak tarihimizden hikayemizden dersimizi alıp, farklı seçimler yapabilsek belki de tarih tekerrürden ibaret cümlesinin kendisi tarihin sararan sayfalarında yerini alacak.

Bizi ayaklarımızdan eskiye eski dünyanın bakış açılarına prangalıyor bu cümle.

Evet, ancak  biz tarihten ders almaz isek tekerrürden ibaret olur.

Yeni bakış açısı yeni düşünce biçimi yeni seçimler için gözlerimizi daha yukarıya daha uzaklara çevirmeliyiz toplum olarak.

İnsana, birbirimize  inanmalı ve güvenmeliyiz.

Yıpranan kopan bağları yeniden tesis etmeli iyileştirmeliyiz.

Ortak insani ihtiyaçlar ve değerler üzerine inşa etmeliyiz yeni dünyamızı.

Tarih biz ondan ders almışsak tekrarlamaz ve başka bir gerçekliğe doğru ilerleriz. 

Toplumsal dönüşüm belki de budur.

Ve hiç olmadığımız kadar yakın olabiliriz bu dönüşüme. 

Önemli bir eşiğe geldik toplum olarak ve çok bedel ödedik ödüyoruz.

Yeter ki ufkumuzu geniş  ve ruhumuzu yüksek tutalım.

İyi Pazarlar,


xxx

27 Ağustos 2021 Cuma

Cecil İle Buluşmam

Yarın benim doğum günüm. Ve sizlerle  hayatımın en sihirli anlarını bu  doğum günümde paylaşmak  istiyordum . Üç gün telefon internet  olmayan bir  yerde olacağımdan bugüne aldım paylaşımımı. Ne olur ne olmaz hayat kısa. Ben de saklı kalmasın istedim bu hikaye.

Yaşamın hepimiz için zorluklarla dolu olduğu bir dönemde hepimize iyi gelmesini iyi hissettirmesini diliyorum hikayemin.

Ne olursa olsun sihre inanın!

 Sevgi ve şükranla,

 


2008 yılı Nisan ayında New York’a yerleşip yirmi yıldır Amerika’da yaşayan çocukluk arkadaşım Neşe’ yi ziyarete gitmiştim.  Bu ilk ziyaretimdi ona. Daha önce Amerika’ya gitmiştim fakat NY ‘ya ilk seyahatimdi. 2006 yılında iki çocuğumun babası on yıllık eşimden boşanmıştım. Farklı bir millettendi eşim ve bu boşanma nerede ise on üç yıllık yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaş, dost ve  sosyal çevremden de  boşanmama neden olmuştu ki ( bu  başlı başına ayrı  ayrı bir hikaye)   bu fazlası ile zorlu bir süreçti benim için. Boşanınca ülkesine dönmüştü eşim. Maddi manevi tüm sorumluluk bana ait olan iki çocuklu bir kadındım artık. Ayrıldığımızda ilk oğlum dört buçuk ikinci oğlum henüz yeni doğmuştu. 

Küçük oğlum üç yaşına yaklaşmıştı NY’a gittiğimde. Kırk yaşındaydım. Kafam karışıktı. Sorularım vardı. Evrene Tanrıya yaşama dair. Ne derseniz artık?  Neşe çalıştığından gündüzleri Manhattan ‘da müzelerde cafelerde canlı müzik olan  barlarda dolanıyordum. Bir keresinde ışıltılı bir bahar gününde Central Park’ın kıyısında oturup gökyüzüne baktığımı ve ‘’Cevaplarımı istiyorum artık.’’ dediğimi hatırlıyorum. Bir şeyler değişmeliydi hayatımda. Bildiğim hayatımın sınırlarına gelmiştim.

 Neşe evliydi.  Eşi ve bir oğlu ile birlikte New Jersey’de yaşıyordu. Ve hamile idi ikinci oğluna o sırada. Akşamları evde buluşuyorduk. Yine bir gün evin yolunu tutup otobüse doğru ilerlerken hapşurdum. Ha bir de oğullarıma şekerleme almayı planlıyordum o sıra otobüs terminaline yakın bir dükkandan. Biri ‘’Çok yaşayın.’  dedi. İngilizce. Hoş bir adam duruyordu karşımda. Teşekkür ettim  ve içimden ‘’Ne kibar insanlar var ‘’ dedim. Bir  süre sonra yanıma geldi ve nereyi aradığımı sordu bu hoş adam. Belki çok anlaşılıyordu bir yer aradığım. Ben de çocuklarıma şekerleme dükkanı aradığımı söyledim ve bulduk dükkanı. Teşekkür edip ayrılmak üzere iken bir kadeh şarap içmeyi  teklif etti. Hoşuma gitti teklif ve  zaten acelem de yoktu. Yakında bir café de birer kadeh şarap içtik. NY gezdirme teklifinde bulundu bana. Bir yabancı (bana yabancı olan şehrin yerlisi) ile gezinmek ilginç olabilir dedim ve kabul ettim  teklifini. Telefonlarımızı alıp ertesi gün buluşmak üzere sözleştik.  Sinemaya , bir caz kulübüne ve Özgürlük Anıtı’na gittik birlikte. Bir çekim vardı aramızda itiraf etmeliyim. Uzun zamandır tek başına olmanın bir etkisi de vardı mutlaka bu çekimde sanırım.

 1993 yılından beri meditasyon yapıyorum ve yine bir akşam Neşe’nin evindeki odamda  meditasyon yaparken ilk kez  iç sesimi duydum. Bildiğimiz anlamda dışardan duyulan bir ses değildi bu. Sanki biri ile yaptığınız konuşmayı sonradan hatırlayıp düşündüğünüzde nasıl cümleler belirir zihninizde,  aynı o şekilde iç sesim bana ‘’FUNDA BU ADAMLA BİRLİKTE OLURSAN ŞU ADAM HAYATINA GİREMİYECEK’’(ki o anda da zihnimde bir ekran açıldı – bir filmi zihninizde canlandırırken nasıl gelirse görüntüler zihninize aynen o şekilde- ve o ekranda ince uzun bir koridorda uzun boylu bir adam arkası bana dönük bir şekilde benden uzaklaşır şekilde ileriye doğru yürüyordu- ) dedi.

Tanrım ne çok korkmuştum bilemezsiniz. İlk kez iç sesimi duymuştum. İtiraf edeyim NY’da tanıdığım adam ile yakınlaşmak istiyor ve bir o kadarda korkuyordum. Malum Amerika! Kafamda düşünceler birbirini kovalayıp duruyordu anlayacağınız.  Ve iç sesim tüm bu düşünceleri susturdu. O kadar o kadar çok şaşırmış ürkmüştüm  ki on günlük seyahatimi sonlandırıp ,  İstanbul’a üç gün erken dönmüştüm. Bir de ne olur ne olmaz  şeytan doldurur misali kaçmıştım  bir anlamda. 

NY’da tanıştığım adama da  yakınlaşma için güvenmek için daha çok zamana ihtiyacım olduğunu , başka türlü kendimi iyi hissetmeyeceğimi ifade edip teşekkür etmiştim . Yalan da söylemiyordum üstelik. Nazik bir adamdı. Çocukları varmış yurt dışında yaşıyormuş çocukları eşi ile. Eşi ile ayrı yaşıyorlardı. Bu konuşmadan sonra bana kendi hikayesini tüm çıplaklığı ile anlattı. Ve iç sesimin verdiği mesajın benim için yaşamsal önemini kavrayabildim o anda. Şok edici çarpıcı çok acı bir hikaye idi bu. O kişiye saygımdan burada paylaşmayacağım hikayesini. Küçük oğluma bir elektronik oyuncak aldı hatta hediye olarak. Sarıldık vedalaştık ve  herkes kendi yoluna devam etti. Şimdi düşünüyorum da insani anlamda dokunmuştuk birbirimizin hayatına sanırım. 

 Dönüş uçağında on saat romantik filmler izleyip ağladığımı hatırlıyorum  Çok ama çok yalnızdım. Sanki kilitlemiştim kendimi. Korkuyordum Kapalı idi kalbim varlığım. Kendimi kendime hapis etmiştim sanki. Şimdi ki aklımla daha iyi anlıyorum durumumu. İnsanlar çoğu yaşam deneyimini zihni ve bedeni ile yaşıyor. Kapalı bir varlık şeklinde deneyimliyor yaşamı. Duygu bedenimizi ya da ruhumuzu açmadan yaşıyoruz. Ve sonra da neden bağ kuramıyoruz diyoruz. Ya da karşımızdaki insanda buluyoruz bağ kuramama nedenini. Oysa her şey herkes bize ayna. Benzerler benzerleri buluyor...

Hemen ertesi gün, Çarşamba günü ofise gittim. Normal planda bir sonraki hafta Pazartesi işe başlayacaktım. Ve Çarşamba günü eski bir müşterim Antalya’dan beni aradı. Bu arada aslen makina mühendisiyim fakat 1991 yılında sigorta sektörüne girdim. 2008’in Nisan ayında Amerikan bir risk yönetim & sigorta brokerlik firmasında çalışıyordum. Hizmetimden memnun kalan eski müşterim yeni bir ihaleye beni davet ediyordu. Ertesi gün Perşembe derhal Antalya’ya gittim. İşe odaklanmak iyi gelecekti zaten. İş güç ve yoğun koşturma  hep yalnızlığımı unutturan kendimi gizlediğim paravanlarımdı zaten.

Firma  Antalya’ da yabancı ortaklığı olan büyük bir firma idi. Yeni bir yatırımları için  sigortası  ihale açılıyordu. Temsil ettiğim kurumun müşterisi idi yabancı ortak  tüm dünyada. Bu nedenle işi almak istiyordum. Toplantı başladı. Benim dışımda iki yönetici ile başladık toplantıya. Ben de yaratacağımız katma değeri farkı ve hizmetlerimizi anlatıyordum. Bir süre sonra kapı açıldı. Ve uzun boylu  bir adam odaya girdi. Onu görünce o  an istemsiz olarak ayağa fırladım. Dondum kaldım. Her şey durdu. O adam yavaşça yanımıza geldi elimi sıktı ve yanımdaki koltuğa oturdu. Tek ben kaldım ayakta. Bir kaç saniye öylece durdum. Sonra kendime gelip oturdum. Ve o an içimden NY’da duyduğum sesi tekrar duydum ‘’FUNDA KALBİNİN KAPILARINI BENİM SEVGİME VE IŞIĞIMA AÇ’’ ve tam o anda sol göğsüme yakın bir yerde  kalbimin kırmızı bir gül olarak açıldığını gördüm yine zihin ekranımda. Tüm bunlar dört beş saniye içinde olup bitmiş olmalı. Gelen adam yabancı olduğundan toplantıya hemen İngilizce devam ettim. Toplantı sırasında nasıl olduğunu  tam hatırlayamıyorum bir önceki  hafta NY’da olduğumdan bahsettim. O da Manhattan’da 5. caddeden bahsetti. Gülüştük. Koluma hafifçe dokundu ve ‘’Sana kartımı vereyim.’’ dedi. Ve kapıya doğru yöneldik, o önden çıktı . Ve ne oldu bilin bakalım ? Ben kapıdan çıkıp , kafamı dar koridorda sağa çevirip ona baktığımda,  ince uzun bir koridorda benden öteye doğru yürüdüğünü gördüm. Odasına gidiyordu  kart almak üzere. Evet iyi bildiniz. NY’da zihnimde beliren görüntü idi bu. Tanrım bu hikayeyi her hatırladığımda  ürperiyorum.

 Hayat beni yorduğunda, kendimi yönsüz hissettiğimde, kendim ile temasım zayıfladığında hatta yittiğinde ya da kaybolduğumda, yeniden ama yeniden hayata sihre sevgiye  aşka inanmak için bu hikayeyi  kendime hatırlatıyorum. Bizim gördüklerimizin duyduklarımızın dışında bir dünya ve güç var kesin. Ve belki de önceden yazılmış bir plan…  

 Ve sonra ne oldu dediğinizi duyuyorum.

 İnanılmaz bir çoşku ve neşe ile İstanbul’a döndüm. Ağzım kulaklarımda idi. O sıra India Arie’nin Acustic Soul albümünü pek sık dinliyordum arabamda. I SEE GOD IN YOU isimli parçada takılıp kalmıştım. Evet o adamda tanrıyı görmüştüm ben de. Hatta CD’yi hediye ettim ona bir sonraki Antalya seyahatinde. Ona ‘’Altı  numaralı şarkıyı dinle lütfen.’’ diyebilmiştim sadece.

 Adı CECIL  idi.

 Evet ismi buydu. Şimdi sıkı durun.

 NY ‘da arkadaşım ve eşi ile son gecemizde dışarda yemek yemiştik. Restaurantın adı CECIL’S CRAP RESTAURANT mış. Mış diyorum çünki çocuklar için hazırladıkları eğlencelik boyama kağıdını beğenmiş yanıma almıştım. Cecil’ ile karşılaşmamızdan çok sonra  fark ettim durumu.

Peki bu karşılaşmadan bir kaç sene önce (ki hala evli  idim o sırada )  pek beğendiğim bir penye tshirt ün tüm renklerini satın almıştım. Hayatımda da ilk ve son kez böyle bir şey yapmışımdır.  Bu tshirtlerin etiketindeki markanın ismi  ne idi sizce? CECIL.  Cecil’in soyadı da WHITE idi. Tüm renklerin birliği. İnanılmaz geliyor değil mi?

 Ben de bu karşılaşma sonrası bir şeyler harekete geçmişti. Bir arkadaşıma içimde su yükseliyor sanki demiştim. Aslında duygularım ya da sevgi kalbim açıldığından tüm bedenime yayılıyordu artık. Su (duygular/sevgi) beni istila ediyordu…

 Sağa baksam su sola baksam su oldu hayatım. Su ve deniz üzerine şiirler yazmaya başladım birdenbire gelişti bu durum. Peş peşe geliyordu şiirler. Gece uyanıyordum tüm şiir olduğu gibi  iniyordu sanki.  Cecil’in varlığını  dingin bir deniz gibi hissediyordum. Soyadı White idi. Antalya’nın kıyısında buluşmuştuk. O benim için Mr. AKDENİZ idi artık. Şiir kitabımın adını ‘’AKDENİZİN KIYISINDAN TOPLADIĞIM AŞK ŞİİRLERİ’’ koymuştum. Herkes bildiğimiz Akdeniz sandı. Oysa Cecil’in varlığının kıyısından derlenmiş şiirlerdi bunlar.

 Hatta bir SU GRUBU isimli bir grup kurmuştum o dönemlerde. Ayda bir kaç kez buluşup su üzerine sohbetler yapıyorduk. Çok sevdiğimiz saydığımız konuklarımız da oluyordu arada. Bir keresinde bir arkadaşıma ‘’İki kızım olsa adlarını Nehir ve Irmak koyardım’’ demiştim . Bir café de oturuyorduk. Tuvalete gittiğimde bir kaç dakika sonra ikiz iki minik kız ile karşılaşmıştım. İsimlerini sorduğumda şok oldum. Irmak ve Nehir idi isimleri. Sanırım algılarım açılmıştı. Kalbim açılmıştı o dönem. Uyumla akıyordum yaşam ile…Hayat konuşuyordu benimle o sıralarda.

Ve bir şekilde mailleşmeye başladık Cecil ile. Daha çok ben yazıyor anlatıyordum o da dinliyordu. Yukarıda anlattıklarımı hiç anlatmadım ona .Yani NY daki vizyon onunla karşılaştığımda yaşadıklarım. Deli demesinden çekindim belki de.  Öyle hatırlıyorum. Sadece içimde çocukluğumdan kalmış kırıklıkları yaraları ona anlatıyordum. Hiç bir kimseye erkeğe hatta eşime bile anlatmadığım şeyleri anlatıyordum. O da nezaketle bir kaç cümle ile yanıt veriyordu. Duyulmuş ve görülmüş hissediyordum kendimi. İyi geliyordu bu tanıklık bu yazışmalar.

Üsküdar Salacak’ta iki dönüme yakın bir bostanda müstakil bir eve doğmuştum. Masal gibi idi bu bahçe. Sadece kırmızı et süt ekmek karpuz kavun dışardan alırdık. Tüm taze sebze meyve bahçeden çıkardı. Babam ilgilenirdi biz de yardım ederdik. Üç yaş küçük erkek kardeşim de benim oyun arkadaşımdı. Alt bahçe bostan üst bahçe çiçeklikti. Her bahar tam gün üst bahçedeki çiçek bahçesinde geçirir bahçeyi baharın uyanışına  hazırladım. Meditasyon gibi idi benim için. Tavuklar ördekler kazlar. Hatta bir seferinde bir oğlak ve kuzumuz dahi olmuştu. Babamın bir de ahşaptan küçük bir balıkçı teknesi vardı. Yaz ayları denizde geçerdi günlerimiz. Güzeldi çocukluğum aslında.

Bir gün beş yaşı civarında iken kız arkadaşım Neşe (NY’da ziyaret ettiğim arkadaşım) ile üst bahçede çırılçıplak soyunmuş bahçe hortumu ile kahkahalar atarak birbirimizi ıslatıp oynuyorduk. Nasıl doğal  nasıl açık nasıl dişil nasıl neşe kahkaha dolu  idik o an. Ve sanırım annem (uzun yıllar babam olduğunu düşündüm ve Cecil’e de bu olayı anlatırken babam olarak anlattım ) bizi yakaladı. Annem ya da babam  çok öfkelendi .  Neşe’nin ağabeyi bahçe kenarından geçmişti fakat bizi görmemişti. Neşe yırttı cezadan. Fakat ebeveynim beni evin içinde çıplak olarak feci dövmüştü. Islak tenime üstelik. Çok canım acımıştı. Bugün ebeveynimin daha çok çevreden beni korumak için aşırı tepki verdiğini düşünsem de o olay sırasında  ürkmüş korkmuş içe kaçmış ruhum. Kapanmış kalbim varlığım. Kilit vurmuşum kalbimin kapısına. Çok narin kırılgandır çocuk kalbi. Daha küçük dönemdeki fotoğraflarım ve tam o olayın olduğu tarihteki fotoğrafım çok şey anlatıyor. Cıvıl cıvıl açık neşeli ışıltılı bir çocuk yüzü varken donmuş çok ciddi bir surat var sonraki fotoğrafımda…

 Böylece  tüm yaşamımı kapalı bir kalp ve varlık ile yaşamışım Cecil ile karşılaşana kadar.  Döngüsel bir yaşam akışı olduğuna inanıyorum. Neşe ile oyun oynarken yaşadığım bir olay ile kapanmıştı varlığım. Yıllar sonra NY’da yine Neşe' nin yanında Cecil’in imgesi gelmişti bana.

 Ve elbette ihaleyi kazanıp işi  aldım. Bir kaç kez  Antalya’ya gittim sonrasında. Kimi iş için kimini de ben bahane yaratıp (ücretlerimi kendim ödeyerek elbette)  gittim. Yemek yedik sohbet ettik . Hayatlarımızı anlattık. Hatta bir gün arabada birlikte meditasyon yaptık. Kolay değildi onun da yaşamı. Ona saygımdan detay vermeyeceğim.

Tensel bir yakınlaşmamız olmadı. Daha doğrusu fiilen yakınlaşmamız olmadı. Aşk dönüştürmüyorsa aşk değildir der Şems-i Tebrizi. Ve evet  aşk olmuştu. Nasıl bir neşe duygusu vardı içimde anlatamam. Onun varlığı benim varlığıma dokunmuştu ve ben artık aynı ben değildim.

 ''Aşık'' olmuştum Cecil’e…Fakat bir türlü karşısına cesaretle geçip bunu ifade edemedim. Şiir kitabımın  önsözünü  İngilizce’ye çevirip ona hediye ettiğimi hatırlıyorum. O sıralar da içimde bir denizkızı arketipi yükselmişti. Mavi bir denizkızı! Hatta o dönemde katıldığım bireysel gelişim atölyesi dizilerinin sonunda bir Mavi Denizkızı dansı bile yapmıştım atölye katılımcıları ve eğitmenlerime. Daha önce yapmadığımız bir şey yapmamız istenmişti atölyelerin mezuniyet töreninde.

Bizim hikayemizden esinlenerek bir de hikaye yazdım o sıralar. ‘’Bir Su Masalı’’ isimli. Sonra başka hikayeler geldi.. Bu hikayeler de o süreçte gerek gerçek gerek rüya ve gerekse hayallerimden  oluşan hikayelerdir. Ve BÜYÜKLERE DENİZKIZI MASALLARI öykü kitabı böyle  ortaya çıktı.

 Hatta  sonradan bu blogu açtım . Mavi Denizkızının Şarkıları ismiyle. Deniz kızları genelde negatif varlıklar olarak tanımlanır. Bana göre ise  tam aynalar. Onlara nasıl davranırsanız o da size aynı şekilde davranır. Sonradan  Beyond  The Horizon  olarak değiştirdim blogun  ismini

 Aslında ben ona olan ilgimi aşkımı ifade ettiğimi düşünüyorum. Fakat işte o tarihteki Funda ürkekti. Bilemiyorum. Belki de budur doğal olması gereken halimiz.  Bir keresinde Antalya’ya bir doğa kampı için gitmiştim. Ona haber verebilir buluşabilirdik ve fakat çekindim. Beni red eder istemez sevmez diye korktum sanırım. . Oyun oynamayı seviyorum . Mesajlar bırakmayı. Parçaları birleştirip iz sürüp  bulmayı bulunmayı…Bir su Masalı  hikayesindeki  cam  piramidi betimleyen camdan bir piramit objeyi  gerçekten bir restaurant  bıraktım Cecil gelip alsın diye.  Haber vererek elbette.  Piramidi almış olduğunu iletmişti sonradanJ

 Ve aylar geçti böylece.

 2008 Eylül’ün de bir rüya gördüm. Rüyamda yatak odama uzun boylu siyahi bir adam geliyor ve bana odamda bazı işleri olduğunu çıkmamı rica ediyordu. Çıkıyordum ben de bir kaç eşyamı alarak. Sonra notebook umu unuttuğu hatırlayıp geri dönüyordum odama. İçeri girdiğimde sanki manyetik alanı değişmiş gibi MR makinalarında nasıl mıknatıs etki oluşuyor onun gibi notebookum sağa sola yapışıyordu ve o an bedenimden çıktığımı hissetmiştim. Ben diye hissettiğim varlığı aynen hissediyordum fakat her yerdeydim. Sınırım yoktu. Sadece huzur sevgi tamlık bütünlük doyum duyguları vardı. Ve tekrar bedenime girerken hapishaneye daracık bir yere girer gibi can sıkıntısı rahatsızlığı hissetmiştim. Tam o sırada  bir ses ‘’ Cecil’de senin gibi.’’ demişti…Sonra da hemen uyanmıştım. 

 Cecil’de senin gibi sözünü halen çözemedim. Bazı fikirlerim var fakat ...

 Aşkıma karşılık almadığımı düşünerek yaşamın içinde yola devam ettim ben de .Tıpkı Bir Su MAsalı isimli hikayede olduğu gibi. Ve fakat kırgınlık öfke yoktu içimde…Ve şimdi fark ediyorum böylesi bir şey yaşadığım için ne kadar şanslıyım. Yaşam beni seviyor sanırım J

 Ve 2009 yılında Portekiz’e bir seminere gitmiştim ki orada biri  ile tanıştım. Dr Emoto’nun semineri idi. Su kristalleri ile deneyleri olan kişidir Dr Emoto . Ah şimdi hatırlıyorum 6 Haziran 2009 idi. Cecil’in doğum günü. Onu aramıştım tebrik için. O da geri aramıştı ve yeni karşılaştığım kişinin arabasında seminer yerine doğru yol alıyorduk okyanus kıyısında ki  ‘’Sesinin iyi gelmesine sevindim.’’  demişti telefonda Cecil. Teşekkür etmiştim  ben de.

Portekiz’de tanıştığım kişi ile bir ilişki başladı sonrasında. Ülkeler arası.. Her gün görüşmeler. karşılıklı ziyaretler. Evlenmek istedi benimle. İki oğlu vardı eşi ölmüştü. En küçük ve en büyük oğlanlar benimkiler idi. Daltonlar çetesi gibi idi oğlanlar yan yana gelince.  2010 Temmuz ayında bir ay ailecek tatile gittik. Birlikte nasıl oluyoruz diye anlamak iyi olurdu?  Gerçekten birbirimize sarılıp çocuklarımızı sevgi ile şefkat ile büyütebilirdik. Benim oğullarımın da sevgi dolu bir babaya ihtiyaçları vardı. Ve eminim onun oğullarına da evlerinde sevgi dolu onları destekleyen bir anne profili iyi gelecekti. İnanmıştım bize. Ve o tatil benim için büyük hayal kırıklığı oldu. Yarıda kesip ayrılmak istememe rağmen kendisi tatilin sonuna kadar kalmamızı istemişti ve bende kabul etmiştim. Ve fakat olmadı işte. Bu ziyaretten sonra yanlış hatırlamıyorsam 2012 yılına kadar gelmeli gitmeli bir kaç görüşme daha oldu, fakat işte bir kere yaşanan o hayal kırıklığı malesef ilişkinin seyrini değiştirmişti benim için. Olmadı olamadı.

Tam biz Lizbon’da ayrılmadan bir iki gün önce  Cecil’den mesaj geldi. Antalya’dan ayrılacağı St Petersburg’a gideceği benim Antalya’ya gelmeyi düşünüp düşünmediğimi soruyordu. Ben de Lizbon’da olduğumu İstanbul’a döndüğümde arayacağımı yazmıştım. Ona Portekiz'li erkek arkadaşımdan bahsettiğimi hatırlıyorum. Zaten anlayacaktı niçin Portekiz'de olduğumu diye düşünmüştüm. 

Ben de rahatça konuşup (yurtdışından konuşmak istemedim malum  ) güle güle demek istedim ve dönünce aradım. Bana  ‘’Hayatında biri var mı ? ‘ dedi. Önce şaşırdım bu soruya. Biliyor olmalıydı bana göre hayatımda biri olduğunu oysa ki. Yaşadığım ilişkiyi kendimi duygularımı gözden geçirip netleşmeden aramıştım onu. Aslında bir parçam  bu ilişkinin olmayacağını benim açımdan  bittiğini biliyordu ve fakat kendimle temas edip bunu kabul etmeden ve  henüz ayrılık konuşmasını Portekiz’li arkadaşımla yapmadığım için  kendimi bir ilişki içinde düşündüğümden ‘’Evet bir ilişkim var .’’dedim. İyi dileklerle kapattık telefonu. Hikayemdeki gibi sevgi ile herkes kendi yoluna gitti.

 Uzun süre sonra sosyal medyada bir kaç mesajlaşma oldu sonrasında. Sordum  ona o soruyu neden sorduğunu. O da ‘’Bilemiyorum Funda, belki de sesin çok iyi geliyordu’.. dedi. Bir şey diyemedim bende.

 Yine zaman geçti…

 1 Mart  2013 idi. Aceleci bir kararla doğru bir seçim yapmayıp son derece büyük sıkıntılar yaşadığım ve bir yıla yakın çalıştığım firmadan istifa etmiştim  bir gün önce. Çanakkale ’ye yerleşip daha  sakin güvenli doğal bir hayat sürmek istemiştim oğullarımla. Doğal ekolojik yaşam ekolojik tarım ve çocuklar için özel bir yaşam alanı kurmak gibi fikirler vardı kafamda.  O gün  Nişantaşı’nda psikolog   randevum vardı. Acıkmıştım. Saray’a girdim Teşvikiye’de. Ve tahmin edin kim vardı orada?

 Cecil bir arkadaşı ile iskender yiyordu. Ne yediğini hatırlamam ilginç geldi şimdi yazınca.

 İkimizde ellerimizi iki yandan havaya kaldırdık . ''Nasıl bir tesadüf bu? '' ya da ''Hayat'' der gibiydik. Yanına gittim. Biraz sohbet ettik. Çanakkale’ye taşınacağımı söyledim. Bu arada telefonu yoktu artık bende. Belki de eski teli artık yanıt vermediği için telefonumda yoktu. Girişe yakın bir yere oturup yemeğimi söyledim. Jet hızı ile yedim ve görüşürüz demeden ayrıldım oradan. Hafiften kaçar gibi…

O yemeğini bitirip yanımdan geçse belki telefonlarımızı alırdık. Belki beni arardı. Buluşurduk. Bilemiyorum her şey olabilirdi. Yakınlaşmaktan görülmekten korkuyordum o zamanlar sanırım. Hatta  çıkışta az ilerde bir kaç dükkanın önünde çıkışta karşılaşabileceğimizi umarak takıldığımı hatırlıyorum. Hem istiyor hem kaçıyordum işte.

 Psikologum ile  o gün ilk kez çalışacağımız konu ise ilişkilerdi.  Hep bu konuya bakmaktan kaçındığımı söylemişti o gün psikologum. Yine hayat bizi karşılaştırmıştı ve fakat ben yine hazır değildim.

Şimdi biliyorum ta o beş yaşında yaşadığım travma hep kapalı kalmam görülmemem saklanmam gerektiği gibi bir algı yaratmıştı sistemimde. Çok çalıştım bu konuda sonradan. Artık kaçmıyorum. Ne kendimden ne de yaşamdan…Ve görülmek güvenli. En derin arzumuz görülmek ve olduğumuz gibi kabul edilip sevilmek değil mi zaten?

 Onu Mart ortası açacağım   seramik sergime davet ettim mail göndererek.  İstanbul’a gelirsen buralarda olursan diye. Yanıt vermedi. Ya da belki de ulaşmadı mailim ona.  Yanıt almayınca da ben de bir daha yazmadım ona. Çok ısrarcı gibi görülmekten de hoşlanmıyorum. 

 Her karşılaşmanın  illaki ilişkiye dönüşmesi ya da yakınlaşılması  gerekmiyor . Cecil ile aynı ruhsal aileden olduğumuzu ve sevgiyi ışığı hatırlamam için ruhsal planda bu karşılaşmayı planladığımızı söylemişti bir bilge kadın. Yaşadıklarım bunun teyidi değil mi zaten? Bir nevi birbirimize ayna oluyoruz karşılaştığımız her insan ile . Yükseltiyoruz enerjimizi titreşimimizi. Cecil’in belki de yaşamımdaki misyonu bu idi. Kendimi çok zorda darda hissettiğimde kendime bu hikayeyi hatırlatıyorum. İyi geliyor. Dengeleniyorum. Merkezleniyorum. Neşem yerine geliyor J O ilk tanışma anındaki neşe duygusunu hatırlıyorum. Güç ve cesaret veriyor o duygu yola devam etmem için. Ruhum ile temas ediyorum yeniden.

 Yaşam bizim düşündüğümüzden çok daha büyük sihirli  bir yer gerçekten. Her an her şey mümkün. Açık olmak yaşamın sunduğunu alabilmek ve neşe duygusunu takip etmek sanırım bize düşen…

 Bakalım Funda’nın masalı nasıl ilerleyecek?

 Masal demişken. Cecil ile yemek yediğimiz bir gün bana profesyonel yaşamlarına son verip UNİCEF ‘de çocuklar için çalışmaya başlayıp çok mutlu olan  arkadaşlarından  bahsetmişti. Bu çift dünyanın bir çok yerinde görev alıyordu sanırım. Ve ben de son beş yıldır çocuklara yönelik  çeşitli platformlarda gönüllü atölyeler  yapmaktayım. Ne kadar iyi hissediyorum anlatamam. İkinci üniversite de Çocuk Gelişimi okuyorum ve seneye 3. Sınıf öğrencisi olacağım. Instagramda @kucukagacdogada isimli bir sayfa kurdum  Bir de masal kitabı hazırlıyorum şimdilerde. Masalları çocukların kurguladığı. Sanırım bu hayattaki yerimi misyonumu bulmama da rehber oldu Cecil.

 Yaşama minnettarım bize pusula olan insanlarla karşılaştırdığı için.

 Teşekkür ederim beni dinlediğiniz için…


xxxx

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

21 Ağustos 2021 Cumartesi

Mustafa Kemal 'in Suçu Ne?

Bugün Sözcü gazetesindeki haber ile sarsıldım.

Yaklaşık üç yıl önce Çatal çifti 45 günlük bir bebeği evlat edinmiş ve adını da Mustafa kemal koymuş. Ve üç yıl sonra biyolojik baba ortaya çıkıp çocuğu Çatal çiftinden almış.



Bebeğin annesinin bebeğini kuruma bıraktığı ve babasının da bugüne kadar arayıp sormadığını da yazıyor haber. Biyolojik baba bebeğin varlığından haberi olmadığını ifade etmiş.

Üç yıldır birlikte yaşadığı ailesinden, arkadaşlarından, odasından koparılıp hiç tanımadığı bir adam ile bilinmedik bir yere gönderilmiş Mustafa Kemal.

Ayça Çatal ''Oğlumu kalbimde büyüttüm. Onunla aramda kan değil kalp bağı var. Dosya yeniden incelensin. Oğlum bizimle büyüsün. Onu çok seviyoruz.'' demiş.

Zaten Mustafa Kemal 'de odasından evinden ayrılmak istememiş. 

Nasıl bir şok yaşatılmış minik yüreğine Mustafa Kemal'in? 

Kalbim sızladı.

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim.

Verilen karara İTİRAZIM VAR! 

Kanunlar,  yazılı kurallar genel bir rehberdir sadece.

Yasayı uygulayanın bireye ve topluma karşı öncelikli sorumluluğu ,  o anda karşısına gelen olayda kanunların üstünde, en yüksek ilke  ve değerlerle karar verebilmesidir.

Evet, çocuk hakları insan haklarının üstündedir. (*) 

Mustafa Kemal'in hakları ve bütünsel iyiliği biyolojik babasının haklarının üstünde tutulmalıydı.

Biyolojik baba gerçekten de bilmiyor olabilir eşinin hamileliğini, fakat bu çocuğun haklarının çiğnenmesine gerekçe gösterilemez.

Belki de kurumun daha kapsamlı araştırma yapması , anne gibi babadan da rıza alması gerekirdi. Mustafa Kemal biyolojik babaya verilmeden önce, bu dosyanın etraflıca araştırılması ve sorumluların bulunması gerekirdi öncelikle. Çok hızlı otomatik refleks şeklinde değerlendirilmiş sanki dosya.

Böylesi bir uygulamanın onanması evlat edinmek isteyen bir çok aileyi insanı da huzursuz edebilir üstelik.

Sahi sevgi ne idi? 

Sevgi emekti. 

Sevgi özendi. 

Sevgi ilgiydi. 

Sevgi mevcudiyetti.

Üç yıl boyunca sevgi ile büyütülen bir çocuk, bir anda ona sevgi veren ailesinden koparılıp bilmediği bir insan ile bilmediği bir yere gönderildi.

Bu çok büyük yanlıştan bir an önce dönülmesini diliyorum.

Toplumun tüm kesimlerini bu dosyanın yeniden incelenmesi için kamuoyu yaratmaya ve Çatal çiftine destek olmaya davet ediyorum.

Mustafa Kemal  acilen ailesinin evine dönmeli!


(1) İngiltere'de çocuklara cinsel taciz ve saldırı suçlarından hüküm giyen Mark Sutherland, kendisi hakkında, pedofil avcıları diye tanımlanan kişilerce toplanan ve mahkemeye sunulan delillerin, 'özel hayatın gizliliği ihlal edilerek' toplandığını ve hukuka aykırı olduğunu söyleyerek cezasına itiraz etmişti. Fakat Yüksek Mahkeme  kararında çocukların çıkarlarının bir pedofilin ceza yargılaması sırasında öne sürebileceği herhangi bir hak iddiasından daha öncelikli olduğuna hükmetmiş, Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesiz temyiz başvurusunu reddetmişti. Yargıç Sales, insan hakları hukukunun özel hayatın mahremiyetini koruyan kurallarının bu davada sanık için geçerli olmadığına oy birliğiyle karar verildiğini eklemişti.

Görsel American Adoptions



xxx

15 Ağustos 2021 Pazar

GÜNÜN SÖZÜ

 ''Bir insanın hayatında öğrenebileceği en büyük ders, bu dünyanın acıyla dolu olduğu değil; elbette, bu acıyı kendinde olumlu bir şeye dönüştürmenin insanın kendi elinde olduğu, onu neşeye dönüştürme yeteneğinde olduğudur.'' Rabindranath Tagore









Görsel British Council



xxxx

26 Haziran 2021 Cumartesi

''Komşum Ağaç '' Ağaç Turu

 Bir kaç ay önce idi henüz bahar gelmemişti. Mahalle muhtarımız Aliye Hanım beni Elvan ile tanıştırdı. NGBB 'de ve mahalle parkımızda çocuklarla yaptığım gönüllü etkinlikleri öğrenince benimle tanışmak istemiş Elvan. kendisi mahallemizde yaşayan  tam gönüllü muhteşem projeleri hayata geçiren bir mühendis.  Mahallemiz için çok büyük bir şans gerçekten. 


Parkımızda ilk buluşmamızda Elvan çocuklara ağaçları tanıtan bir ağaç turundan bahsetti. Ben de ağaçları belirleyip krokiyi oluşturdum. Ağaçların kendilerini tanıtan hikayelerini ben dili ile yazıp  bir kaç etkinlik önerdim.  

Sonra Elvan da beni Meryem ile tanıştırdı. Enerjisine hayran olduğum genç bir arkadaş Meryem. Ekolojik peyzaj yüksek lisansı yapıyor. Elinden  her iş geliyor desem yalan olmaz. Elvan ile kurduğumuz hayali elle tutulur hale dönüştürdü Meryem.

Düşünüyorum da aslında her aşamasında ve her konu başlığı altında bu üç kadının emeği var  kitapçıkta. Hatta çocukluğumuzdan ya da aile hikayelerimizden parçalar içeriyor. Sincap Elvan'ın çocukken kaleminden çıkan bir görsel. Ağaç turunda yer alan çam fıstığı ağacı hikayesindeki yaşlı dede de benim dedem. 

Çocukların harita okuma konusunda becerilerinin çok zayıfladığını öğrenmiştim bir eğitimde. Gerçek harita üstüne işaretlenmiş ağaç turu yol haritası  ile mahallesindeki ağaçları tanıyacak, ve aslında mahallenin bir haritasını zihnine alabilecek çocuklar. Mahalle ile, mahalledeki ağaçlar ile bağları güçlenecek ve aidiyet duyguları pekişecek. Aile gibi güvenli bağların kurulduğu mahalle ortamı çocukların gelişimi için son derece önemli.

Semtimizdeki dört park ve İmrahor Bostanı'ndan da geçiyor yolumuz. bu yerleri de tanımasını istedim çocukların. Tanıdığımız şeyleri seviyor ve koruyabiliyoruz.

ISBN numarasını için başvuru dahi yaptık.

Aşağıdaki linkten e-book formunda kitapçığı inceleyebilirsiniz.


Bu linki de eğer elinize kitapçığı alıp tur atmak isterseniz diye ekliyorum. Direkt bu düzende arkalı önlü çıktı alıp , ikiye kıvırarak A5 kitapçığınızı oluşturabilirsiniz.


Şimdiden keyifli bir ağaç turu diliyorum sizlere.

Sevgiler,











xxx

2 Haziran 2021 Çarşamba

Her Şey bir Oyun İle Başlar

 1967 İstanbul doğumluyum. Üsküdar Salacak 'da bostanı olan bir aile evinde büyüdüm. Hemen hemen her evin bahçesi vardı çocukluğumda. Ya da çevremizde doğa ile bezenmiş boş araziler vardı. Sokakta, bahçede, bostanda tüm gün mesaimiz vardı biz çocukların anlayacağınız. Sabah çıkar akşam girerdik eve. Yemek için meyve ağaçlarımız vardı, susarsak musluklar vardı bahçelerde. Büyük tuvalet harici her ihtiyacımı görebileceğimiz kocaman bahçelerimiz vardı. Çok şanslı idim idik...



Evimizin yakınında boş toprak bir arazi daha vardı. Bu geniş alan futbol oynamak ya da yakalamaç oynamak için ideal bir alandı biz mahalle çocukları için. Yedi sekiz bilemediniz dokuz yaşlarındaydım sanırım. Sekiz on çocuktuk her halde. Bir gün toprak araziye gittiğimizde arkadaşlarla toprak zeminin kepçelerle delik değişik edilip toprağın bir kenara yığıldığını gördük. Oyun oynamamız engellenmek istenmiş, oyun alanımıza müdahale edilmişti. Ağlamadık, korkmadık, kaçmadık...Kim önerdi hatırlamıyorum derhal bir oyun kuruldu. Herkes evlere gidip leğen, plastik torba, boş yoğurt kabı artık ne buldu ise kapıp getirdi. Arkadaşlarımızdan  biri manav biri bakkal olup toprak yığının arkasına geçti. Ve geri kalanlar sıraya girdik alışveriş için. Ve başladık alışverişe. 5 kg domates, 2 kg şeker, 3 kg patates...Ve kenarda yığılmış toprak ile doldurup kaplarımızı bir koşu gidip o deliklerin içine boşaltıp, tekrar sıraya girdik. Tüm gün çalıştık ve o delikler o gün kapatıldı. Kahkahalarla oynadık ve eğlendik. Ve en muhteşemi bir kaç gün sonra o toprak araziye demirden bir kaydırak, bir salıncak ve bir de tahterevalli geldiğini görmekti. Evet kaderi değişmişti  o arazinin o gün. Belediye resmi olarak çocuk parkı ilan etti o araziyi. O gün biz oyun alanımıza, oyun hakkımıza hatta çocukluğumuza belki de sahip çıkıp, irademizi ortaya koyup sonucunu hiç düşünmeden bir oyun oynamıştık. Yaklaşık 40/45 yıl önce oldu bu olay. Ve halen çocuk parkı bu park. Çocuklarım çocuklarımız büyüdü ve umarım torunlarımız da büyüyecek bu parkta.


Zülfü Livaneli bir yazı paylaşmıştı yakında. ''İnsan düşünebilen ve gülebilen bir varlıktır.'' demişti. Oyun oynama becerisini de eklemek istiyorum bu söze. 

Oyun sadece eğlence ya da serbest zamanı doldurmak için yapılan bir  ''aktivite'' değil. Gayet politik, yaşamsal bir varoluş şeklidir çocuk için. Çocuk oyun ile nefes alıyor ve canlılığı oyun oynama becerisi ile de ilgili bence.

Ve evet her şey bir oyunla başlar....









xxx

19 Mayıs 2021 Çarşamba

GERÇEK OLMAK

Gerçek olmak, kendine sadık olmaktır. 

Sana inanılan ve saygı duyulan yerde ol!

Gerçek olmak şimdi ve burada olmak, yaşama açılmaktır....






Görsel / pinterest







xxx

9 Mayıs 2021 Pazar

2021 Anneler Gününe


‘’Annemi hiç unutmayacağım çünkü benim içimde iyilik tohumunu ekmiş, kalbimi doğanın etkilerine açmıştır. Benim kavrayışımı uyandırıp geliştirmiştir.’’ IMMANUEL KANT








Görsel /  Kidspot






xxx

18 Nisan 2021 Pazar

ADAM OLMAK

"If" (Türkçe çevirisi : Adam Olmak) 1895 yılında Nobel Ödüllü Britanyalı şair Rudyard Kipling tarafından yazılmış bir şiir.  Türkçe'ye eski Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve şair Bülent Ecevit tarafından   çevrilmiş.

Oğullarıma verebileceğim hayata dair en değerli sözler bunlar...Haluk Kurdoğlu'nun seslendirmesi ayrı bir anlam katıyor sözlere...

Sevgiyle,


Adam Olmak
Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
sen aklı başında kalabilirsen eğer
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
hem kendine güvenebilirsen eğer
bekleyebilirsen usanmadan
yalanla karşılık vermezsen yalana
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana

düşlere kapılmadan düş kurabilir
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
ikisine de vermeyebilirsen değer
söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
kandırabilir diye safları dert edinmezsen
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
koyulabilirsen işe yeniden

döküp ortaya varını yoğunu
bir yazı-turada yitirsen bile
yitirdiklerini dolamaksızın dile
baştan tutabilirsen yolunu
yüreğine sinirine dayan diyecek
direncinden başka şeyin kalmasa da
herkesin bırakıp gittiği noktada
sen dayanabilirsen tek

herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
dost da düşman da incitemezse seni
ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
her saatin her dakkasına
emeğini katarsan hakçasına
her şeyiyle dünya önüne serilir
üstelik oğlum adam oldun demektir

Rudyard Kipling (1865-1936)







xxx














4 Nisan 2021 Pazar

Umutlu Bir Gezegen- Doğa Eksikliği Sendromu

Dün akşam Alternatif Eğitim Platformu'nun (@alternatifegitimplatformu) organize ettiği zoom söyleşisinde Doğadaki Son Çocuk kitabının yazarı Richard Louv ile bir söyleşiye katıldım. İki yüze yakın katılımcı vardı ülkenin her yerinden. Ebeveynler, öğretmenler, eğitmenler , okul sahipleri ve konuya ilgi duyanlar. Çocuklara doğaya insana duyarlı insanları gördükçe umudum artıyor benim de. Yürekten teşekkür ediyorum Alternatif Eğitim Platformu'na ortak bir hayalimizi gerçekleştirdiği için...



Kitap ile yaklaşık on yıl önce karşılaşmış ve  okuduktan sonra da düşünce ve duygularımı blogumda yazmıştım. İçimdeki o vahşi çağrıyı duymuştum! 

Çok etkileyici dönüştürücü bir söyleşi idi gerçekten. İçimdeki parçaların birleştiğini hissettim. Sezgilerimin, duygularımın, düşüncelerimin hizalandığını.

İki kitabı daha var Richard Louv'un. Vitamin N (500 öneri içeriyor çocukları doğaya çıkartmakla ilgili )  ve Our Wild Calling (hayvan insan karşılaşmalarına dair  hikayeler içeriyor) . En kısa sürede bu kitapların da dilimize  çevrilmesini diliyorum diyerek başlayayım.

Anlatılan kavramı daha iyi ifade edebilmek için bazı yerlerde İngilizce ifadelere özellikle yer verdim.


Söyleşi akışına göre aldığım notlarımı paylaşıyorum şimdi.

Salgın ile birlikte doğa açlığı arttı insanlarda. Salgın ile hem doğaya hem de birbirimize ne kadar çok ihtiyaç duyduğumuzu anladık. Out door kıyafet satın bir firmanın satış istatistikleri yetişkin kıyafetlerinde % 500 artış gözlenirken çocuk kıyafetlerinde düşüş gözlemlenmiş. Bu da çocukların mevcut durumdan  daha da az doğaya çıkabildiği bir sürecin içinden geçtiğimizin göstergesi.

Açık havada ders programlarını kurgulamak için şimdiden harekete geçmeli salgının bitmesini beklemeden.

Kent planlamacılarının yeni bina kent tasarımında halk sağlığını gözeterek doğa ile iç içe olabilecekleri alanlara daha fazla yer vermeliler.

İnsan yalnızlığı salgını (human loneliness epidemic) ile karşı karşıyız ve kötü kent tasarımları insan yalnızlığını arttırıyor.

Çekirdek aileler baskı altında ve yalnızlık derinleşiyor.  Zira artık geniş aile bireyleri ile bir ses mesafesinde yaşamıyoruz ve tek ebeveynli aileler çoğunlukta. Bu yükle baş etmek zorunda olanların sağlıkları da tehdit altında.

Doğadan koptukça yalnızlığımız artıyor ve daha da derin bir yalnızlığımız  var. Tür olarak da kendimizi yalnız hissediyoruz.  Stephan Hawkin 'in uyarısına rağmen başka gezegenlerde zeki yaşam formları arıyoruz.

Doğa içinde ise kocaman bir ailenin parçasıyız , zamanın başından beri bitkiler hayvanlar arasında bir sohbet (conversation) var  ve biz insanlar da bu iletişimin bir parçasıyız. 

Sezgisel olarak çocuklar bu sohbetin iletişimin farkındalar ve biliyorlar.  Zaman içinde bu bağı bu iletişimi unutmaları yönünde yönlendiriliyorlar.

Dünyaca ünlü Kaliforniyalı bir bilim insanın bundan elli altmış yıl önce okyanus dibinde araştırma yaparken dev (12 mil genişlik) bir ahtapot ile karşılaşmasını anlatmak istiyorum. Ahtapot kolları ile sardığında bilim insanını bir teslimiyet geliyor bilim insanına ve kolları gevşiyor aynı  şekilde ahtapotun kolları gevşiyor. Ayağı ile yere basıp fırlatıyor kendini yukarı doğru bilim insanı ve birlikte yüzeye doğru çıkarken göz göze geliyorlar. Ve o anda bir şey oluyor. Bilim insanı bunu nasıl ifade edeceğini bilemediğini ve fakat ruhani bir deneyim olduğunu (ki bir bilim insanı  olarak bu şekilde bir ifadeden utanç duyduğunu da ilave ederek) ifade etti. Richard Louv kitabında yüzlerce hayvan insan deneyimi içeren hikayelere yer verdiğinden bahsetti. Belgeseli yapılmış sanırım bu hikayenin. Adı da  ''Ahtapottan Öğrendiklerim'' .  Katılımcılardan biri chat bölümüne not düşmüştü. 

Diğer paylaşmak istediğim hikaye ise Toronto'lu  6 yaşındaki bir çocuğun hikayesi.  Bir gün annesi salona girdiğinde oğlu ile köpekleri Jack'in yerde sırt üstü yan yana yattıklarını ve oğlunun kolunu Jack'in omzuna attığını görür.  Çocuk annesine  ''Artık bir kalbim yok'' der. Annesi kalbine ne olduğunu sorduğunda da ''JBenim kalbim Jack'in içinde.'' der.  

Bu deneyim bir geçirgenlik halidir, benin senin olmadığı  bir ilişki (relationship)  alanı olarak hissedilen bir haldir.

İki insan arasındaki ilişki de benzeri dokuya sahiptir  bu bir elektriksel alan oluşturur ki  bazıları bu alana  Tanrı der. 

Kısacık bir an bile  olsa iki canlının böylesi bir temasında zaman yok olur  ya da buna benzer bir deneyim yaşanır. Buna  kalbin habitatı (habitat of the heart ) diyorum.

Bildiğimiz habitat olan fiziksel habitat dışında ikinci bir habitat  vardır. Kalbin habitatı (habitat of the heart) . Fiziksel habitat temas edip tanıdığımız koruduğumuz doğadır. İkinci habitat olan kalbin habitatında az zaman geçiririz.  Bu habitatlardan biri ortadan kalksa diğeri de ortadan kalkar.  ''Bu ikinci habitatı anlamaya korumaya ve çocuklara anlatmaya çalışmalıyız'' bence bu buluşmanın ana mesajı idi. Nitekim kalbin habitatı konusuna ebeveynlerin, eğitmenlerin eğilmelerinin önemini vurguladı konuşmanın devamında.

Veri, insanları bilgiden eyleme harekete geçirmez, insanlık tarihindeki önemli sosyal değişimlerde ilişki ve sevgi boyutu öne çıkmıştır. Fakat ilişki ve sevgi (relation and love) boyutunda iki eksik unsur bulunuyor. Bu unsurlardan biri de yaratıcı umut eksikliğidir. 

Distopik bir trans halindeyiz , umutsuzluk bağımlısına dönüştük.

Hayran olduğum bir örnekleme yaptı tam burada.

Martin Luther King '' Benim bir kabusum var.'' demedi. ''Benim bir rüyam var.'' dedi.

Gelecek dünyası denildiğinde Mad Max gibi filmlerde olduğu gibi kıyamet  senaryoları aklımıza geliyor ve bunun  aksine yaratıcı umut ile sürdürülebilir güzel bir geleceği hayal etmemiz çok önemli. 

Doğaca zengin okullar mahalleler şehirler nasıl olurdu? Çocuklarımıza karşı öncelikli görevimizin doğa ile bağlarını kurabilecekleri alan açmak ve nasıl bir dünyada yaşamak istediklerine dair olumlu güzel hayaller kurmalarına yardımcı olmamızdır. 

Buna Future Planet Hope ismini veriyor Richard Louv.  

Bizi doğadan koparan bir diğer unsur da fears of strangers yani yabancılara duyulan korkular. Malesef medya bu korkuyu besliyor. Çocuklara yönelik şiddet kaçırma gibi olayların her sokakta olduğu algısı yayılıyor topluma. Korku toplumunda yaşıyoruz. Oysa ki daha gerçekçi bir değerlendirme yapılmalı burada. Bize aktarıldığı gibi korkunç değil çevremiz.

Yerli/yerel  bilgi (indigious knowledge ) çok önemli ve eğitime dahil edilmeli. Benim buradan algım yerel bilgi derken kadim toplulukların yerli halkların doğa ile uyumlu yaşam tarzları bilgi ve donanımları şeklinde. 

Gevşek parçalar teorisine göre, parçalar ne kadar gevşek ( hareket ettirilebilen tasarlanabilen )  ise statik parçalara göre o kadar çok fazla  yaratıcı etkileşim olur.  Doğada çok fazla sayıda gevşek parça var. Bir bilgisayar oyununda sınırlı sayıda.

Salgın ile doğaya insan akını oldu ve fakat insanların doğada nasıl davranılacağı bilgisine sahip olmadıkları gözlemlendi. Her yer muazzam çöp yığınları ile doldu. Doğada nasıl davranılacağı öğretilmeli insanlara.

Elbette doğaya dokunulacak ve fakat karşılıklılık ilkesi dahilinde olmalı bu. Aldığımız kadarını vermeliyiz doğaya. Eski kabilelerde var olan bir ilkedir bu. 

Ebeveynler çocuklarını kararlı bir şekilde düzenli olarak doğaya çıkartmalı. Spor müzik etkinliklerini nasıl ajandalarına yazıyorlarsa dışarı doğa günlerini de ajandalarına kayıt etmeliler. 

Öğretmenler çocuklarla doğada doğa ile nasıl buluşacakları konusunda donanıma sahip olmaları gerekir. Eğitim fakülteleri bu konuda bir şeyler yapmalı.

Okulların yeşillendirilmesi şiddeti ve ötekileştirmeyi azaltıyor. Sosyal sermaye birikimi doğada oynayan çocuklarda daha yüksek.

Geçtiğimiz dönemde Amerika'da Orman anaokulları % 500 artmış.

Çocuğun doğada bulunma hakkı bir insan hakkıdır. Evrensel çocuk hakları beyannamesine eklenmesi üzerine çalışmalar yapılıyor.

Doğanın da var olma hakkı var. Yeni Zelanda'da bir ırmak bu hakkı elde etti kanunlar nezdinde ki ırmağın yaşama hakkı demek o alandaki tüm canlıların yaşama hakkı demek. İnsan dahil!

Ne yapmalı da çocuk doğa tek başına yapılandırılmamış zaman geçirebilmeli? Buna odaklanmalı bunun yolları bulunmalı.

Teknoloji karşıtı değilim fakat ekran karşısında geçen zaman kadar doğada zaman geçirmeli çocuklar.  Ne kadar üst teknolojiye geçersek o kadar çok doğaya ihtiyaç duyarız. Bu bir denklem bütçe işi.

Hibrid zihinli gelecek nesiller için hem doğal dünyada hem de sanal dünyada zaman geçirebilemelerine alan açılmalı. 

Sınıf içi teknoloji için harcanan kaynaklar kadar doğada geçirilecek zamanlar için de kaynak ayrılmalı.

İnsan duyularının 9-10 adet olduğu hatta 30 'a kadar çıktığı bahsediliyor. Ve bu duyular ancak doğada aktif olabiliyor.

Ekran karşısında ise sadece 2 duyusu aktif çocukların. Duyularını baskılamak için harcadığı zaman ve enerji düşündürücü. Buna daha az canlı (less alive) diyorum ve hiç bir ebeveyn çocuklarının daha az canlı olmasını istemez.

Özetlersem;

Ebeveynler ve öğretmenler  çocukların  doğa ile bağ kurmalarına ve umut dolu bir gelecek hayali kurmalarına yardımcı olabilirler ki umut dolu bir gezegene bu çabalar ile varılabilir,

Günlük hayatta bizlere düşen çocuklarımızın mümkün ise her gün doğada bir kaç saat  tek başına yapılandırılmamış zaman geçirmesi için alan açabilmek. Bu site bahçesi , mahalle parkı dahi olsa değerli.

Okul bahçelerinin acilen yeşillendirilebilir  ki salgında kapalılar böylesi bir dönüşüm için ideal zaman. Doğaya ulaşmak bile lüks oldu günümüzde. Yoksul ailelerin çocukları için doğaya ulaşım okul bahçesi ile olabilir.

Kent tasarımcılarının acil konuya müdahil olup, halk sağlığını gözeten daha yeşil tasarımlar yapılabilir.  Benim hayalim şehirlerin  içine yeşile yer açmak değil. Her yerin yeşil olup yeşilin içine doğa ile uyumlu yeni yerleşim alanları kurmak. İstanbul da betonların ağaca, yeşil alanların yerleşim yeri olduğunu bir hayal edelim.

Eğitim fakültelerinde sınıf dışı eğitim dersleri başlatılabilir. Hatta yüksek lisans ve benzeri programlar açılabilir sahada hali hazırda çalışan eğitimciler için. 

Halk eğitim merkezlerinde doğada nasıl davranılacağına dair doğa etiği dersleri verilebilir.

Umut doldu içim...Kalbin habitatını anlayıp koruyup çocuklarımızın bu ikinci habitatı hissetmelerini sağlayabildiğimiz ölçüde bitecek türsel yalnızlığımız ve de insan yalnızlığı salgını! 

Doğadaki son çocuğun sesini duydunuz mu siz de? Güçlü bir manifesto gibiydi söyleşi. Böylesi bir temas sonrası ne kendimize ne doğaya ne de ilişkilerimize bakışımız aynı kalmayacak belli ki. Çok büyük bir etkiye dönüşüme vesile oldukları için , her şeyden öte doğadaki son çocuğun sesini duydukları için @alternatifegitimplatformuna yürekten teşekkür ediyorum


Sevgiyle,






xxx




20 Mart 2021 Cumartesi

Andımız Ve Hanri Benazus

Konu andımız evet.

Yılmaz Özdil'in Hanri isimli yazısını okudum geçenlerde.


Hanri Benazus 1930 İzmir doğumlu bir iş insanımız kendisi. Ülkemize büyük sanayicilerinden.

Ve en önemli diğer özelliği ise hayatı boyunca Atatürk fotoğraflarından oluşan bir koleksiyona sahip olması. İki yüz bin  civarında fotoğrafı Mansur Yavaş'ın ve Tuncer Soyer'in  hayata geçireceği Atatürk müzelerine  bağışlayacak. 

Bugün 91 yaşında olan Hanri Benazus'a soruyor Yılmaz Özdil soruyor ''Sırada başka ne var? diye. ''Atatürkk'e borcum var'' diyor, ''O'nun sayesinde Türk oldum, O'nun sayesinde onurlu yurttaş oldum, ömür biter, borcum ödenmez.'' diyor Hanri Benazus.

Yahudi kökenlere sahip bir insanın, kendisini Türk olarak hissetmesi düşündürdü beni ve bir farkındalık yaşadım.

Kurduğu cümlenin ikinci bölümü onurlu yurttaşlık kavramını içeriyordu. Türk eşittir onurlu yurttaş gibi okudum içselleştirdim mesajını.

Jung'a göre insnaın en yüksek amacı ideali kendi bütünlüğünü gerçekleştirmektedir. Tam bütün erdemli bir insan olmak.  

Belki de Hanri Benazus bunu anlatıyordu. 

Andımızdaki Türküm doğruyum çalışkanım ve ne mutlu Türküm bölümünde geçen Türk sözcüğü , onurlu yurttaş, kendi bütünlüğünü tamlığını tesis edebilmiş erdemli dürüst insanı ifade ediyor bu bağlamda.

Milli Eğitim Bakanımız Reşit Galip 'in yazdığı andımız 1933 yılında okullarda okunmaya başlamış. Atatürk hayatta iken onanan bir karar ile hayata geçmiş andımız.

İnsanın davranışlarını yorumlarken onun kişiliğini değerlerini niyetini dikkate alarak yorumlamak doğru olandır.

Atatürk'ün andımızdaki  Türklük kavramını da Hanri Benazus'un hisettiği gibi  bir insan ideali olarak gördüğüne inanıyorum.  Atatürk'ün insani değerlerini ve erdemlerini dikkate aldığımızda (iradeyi halka verebilen, düşman bayrağını çiğnemeyen, korumasız dolaşan, yediği içtiğinin parasını ödeyen gibi binlerce örnek) bir insanın düşük ahlak göstergesi olan ırkçılığı onunla bağdaştıramıyorum. Mantiken olmuyor!

Yılmaz Özdil'in yazısında bir bölüm var. Hanri Benazus Atatürk ile karşılaştığında Ataürk Hanri' ye ''neden ismin Ahmet değil Mehmet değil'' diye sormuyor. Ya da ''Musevi misin'' demiyor . O gün ilk kez Hanri kendini azınlık hissetmediğini söylüyor. Ötekileştirmeden insanı sadece insan olarak görebilen yüksek ahlakın göstergesidir bu duyarlı davranış.

Beyaz kedi siyah kedi kavgası nafiledir. Önemli olan kedinin iyi iş çıkartıp fareleri yakalamasıdır diyordu Singapur'un başarısını anlatan Kishore Mahbubani. Kendisi  Singapurlu bir akademik ve eski diplomattır. Halen Singapur Ulusal Üniversitesi'ndeki Lee Kuan Yew Kamu Politikası Okulu'nda  kıdemli danışman ve profesördür.

Andımızın amacı ne idi sahi ? Onurlu yurttaş, erdemli tam ve bütün  insan idealini her gün hatırlamak ve ona göre hizalanmak üzere alan açmak.

1933 'de Atatürk'ün de bilgisi dahilinde olup onayladığı andımız aşağıdaki gibidir.

Türk'üm, doğruyum, çalışkanım.

Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.

Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

1972 ve 1997 'de revizyonlara uğramış ve en son okunduğundaki hali de aşağıdaki gibidir.

Türk'üm, doğruyum, çalışkanım,

İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türk'üm diyene!

Fark ettiğiniz üzere Ne Mutlu Türküm diyene bölümü ve Atatürk'e referans verilmesi sonradan eklenmiş.

Tartışmalar malum. Bir taraf olsun diyor diğer taraf olmasın diyor. 

Asıl amacı ve niyeti unutarak zaman ve enerji kaybediyoruz. Birliğimizin zedelenmesi de cabası.

Çözüm odaklı mühendis kafam üçüncü bir yol olmalı diye düşünüyor. Hem andımızın yazarı Reşit Galip'i  hem de andımızın amacının, niyetinin canlı örneği Hanri Benazus' u onurlandıracak şekilde yeniden yazabiliriz belki de. 

Toplumumuzun en büyük sorunu ahlaki erozyon. Erdemli insanı, onurlu yurttaşı , evrensel değerleri hatırlatmak son derece önemli.

Kısır kavgalarla zaman kaybetmek yerine, toplumu birleştirecek üçüncü bir yolu düşünülmeli kurgulamalı ivedilikle!






xxx