31 Ekim 2011 Pazartesi

Post Modern Türk Usulü Bir Kül Kedisi Masalı

Evet gerçek insan hikayelerine devam ediyoruz...

Bu hikaye eski bir iş arkadaşımın eşi ile tanışmasının hikayesi. Erkek tarafıyım ben yani...

Yaklaşık iki üç sene önce bana anlatmıştı hikayesini ve çok etkilenmiştim.

Burada sizinle paylaşmama izin verdi kendi hikayesini...

Geçen Perşembe buluştuk keyifli bir öğle yemeğinde ve detayını aldım hikayenin...

Hikayemiz beş söne öncesinde Aydın'ın bir köyünde geçiyor.

Hikayenin baş kahramanı asıl oğlan İstanbul'da asıl kız Denizli'de yaşıyormuş o sırada. Asıl kız İzmir'li ancak o zaman 25 yaşında ve üniversite öğrencisi. Asıl oğlan ise 30 yaşında ve uluslararası bir şirkette yönetici olarak çalışıyor. He ikisinin de son demlerini yaşadıkları ilişkileri var o sırada.

İşte asıl oğlanın ağzından hikayesi...

"Beş sene önceydi benim biraderin evliliği için Aydın'ın bir köyünde gitmiştik ailece. Kardeşim subay olduğundan kendine ait evi bir yoktu. Ailenin bir kısmı da İzmir'de yaşadığından ve düğüne gelenlerin bizim Aydın' daki yazlıkta konaklayabileceğini düşündüğümüzden bu kararı aldık."

Ağabey olarak bir ay önce gidip gerekli organizasyonlarda yerini alıyor arkadaşım. Bir iki hafta kalıyor İzmir-Aydın güzergahında tüm bu süreçte . Asıl düğün otelde yapılacakmış ancak kız tarafının köyünde köy düğünü gibi bir kına gecesi yapılmış.

O sırada arkadaşımın üç yıldır yine İzmir'li bir kız arkadaşı varmış.
" İlişkimizin son günleriydi. İzmir'e geliyorum dediğimde görmek filan bile istemiyordu beni , telefonlarıma çıkmıyordu" diyor arkadaşım.

Eeee evren boşlukları sevmiyor...Çok da iyi yapıyor laf aramızda.

Bir Cumartesi günü giyinmiş süslenmiş ve konvoy halinde İzmir'den Aydın'a yola çıkmışlar...Sıcaklık 47 oC bu arada...Arabadaki termometre öyle diyormuş...

"Aydın zaten ovanın içinde...Kase gibi yandıkça yanıyor " diyor arkadaşım.
O anı tekrar yaşadığını hissettim...Görüntüler, sesler, kokular, sıcaklık herşey cap canlı idi zihninde sanki...

Gelinin amcası dayısı ve dedesinin evlerinin açıldığı ortak bir avluda yemekler yapılıyor, davul zurna eşliğinde insanlar oynuyor, üzüm yiyenler , bir kenarda erkekler bira içiyor kavurucu sıcakta , sağa sola koşturan çocuklar...

"Yüzlerce insan geliyor gidiyordu. Sanki bütün köy akın ediyordu avluya.Bu arada evlerin birinin tek odasında klima vardı. Gelin damat helak olmasın diye orada oturtulmuşlardı. Arada bir de gençler yani gelin ve damadın arkadaşları girip çıkıyorduk serinlemek için." diyor arkadaşım.

Asıl oğlan yani benim arkadaşım , klimalı odaya giriyor azıcık soluklanmak için. O sırada üç kız oturuyor gelinin yanında. Kızlardan biri de asıl kız...

Yengesi kızlarla tanıştırıyor asıl oğlanı. İyi muhabbet yapıyorlar.Sonra asıl oğlan çıkıyor dışarı.

"Köy avlusunda yüzlerce ayakkabı...Ayakkabı kumsalı gibi terlikler ayakkabılar ortada öylece..."...diyor arkadaşım.

Asıl oğlan çıkınca dışarı ayakkabısını giyiyor. Asıl kız da çıkıyor dışarı ve " A ayakkabım yok" diyor.

Asıl oğlan “Nasıl olur ?" diyor.

"Vallahi yok işte" diyor asıl kız.

"Nasıl bir ayakkabı?" diyor bizimki.

"Üzeri gümüş pullu bir babet" diyor asıl kız.

Avludaki tüm kapıların önüne bakıyor asıl oğlan ve en uçtaki kapının önünde bir şeyin parladığını görmüş.

Hayat göz kırpmış ona o anda, kendi deyimiyle böyle ifade ediyor olanı...

"Şunlar olabilir mi?" demiş asıl oğlan.

"Bilmiyorum ki? " demiş asıl kız.

Gidip almış ayakkabıyı asıl oğlan ve "Buyurun bunlar” demiş


İŞTE HALEN SAKLANAN MEŞHUR BABETLER!

Asıl kız hem ayakkabısını getirmesine hem de doğru ayakkabıyı bulmasına şaşırmış bizimkinin.

Asıl oğlanda kızın saşırmasına şaşırmış...

“Normalde herkes yapardı bunu bana göre” dedi arkadaşım.

Teşekkür edip ayakkabısını giyip gitmiş asıl kız.

Geceleyin köy meydanına sandalyeler konmuş.Müzik falan başlamış bir eğlenceki sormayın gitsin.

Asıl kızı tekrar görür asıl oğlan o gece ve ancak hoş kız diyor geçiyor. Elektrik falan yok daha.

"Hayatın göz kırptığını anlayamamıştım bir türlü “diyor arkadaşım.

Gece sonu kızları evlerine bırakma muhabbeti olmuş. İzmir de kalıyormuş asıl kız.

Ayrılırken asıl oğlan asıl kıza “Bir daha ayakkabını kaybedersen haberim olsun.” demiş.

Bütün aile yazlığa giderler. Ertesi sabahın köründe arkadaşı dürtüyor “Abi uyan” diye.

“Ne oldu ? “diye uyanıyor bizimki.

Bütün geceyi videoyu çekmişler ya . Video da asıl kızın asıl oğlana bakışlarını yakalamışlar.

“Tanımıyorum etmiyorum kız nerede oturur bilmiyorum” falan diye direniyor habire bizimki.

Arkadaşı bu kızı bulalım daha buralardasın hocam diye 4-5 saat beynini yemiş arkadaşımın.

Asıl oğlan yengesinden asıl kızın telefonunu alır bu ısrara dayanamayarak.
Akşama doğru mesaj atar asıl kıza.

"Ayakkabılarla ilgili bir problem var mı?" diye...

O sırada öğreniyor asıl kızın Denizli’de oturduğunu.

Ertesi gün Denizli'ye gitmişler ve ilk görüşme gerçekleşmiş.

“O anda evlenelim desem kabul ederdi asıl kız.” Diyor arkadaşım.

Yani bilmişler birbirleri için var olduklarını o anda.

Askere gidiyor dönüşte. Çünki artık evleneceğini biliyor asıl kızla. O ana kadar da hayatında düşünmemiş evlilik olayını.

Ve iki sene sonra evleniyorlar. Evlilik günleri de 4 Ağutos yani ayakkabının ilk bulunduğu günün 2. yıldönümünde...

Arkadaşımın ağzı kulaklarındaydı bu hikayeyi anlatırken ...Aynı heyecanı ve aşkı birebir yaşıyordu ilk günkü gibi...Beş yıllık evli bir çiftten bahsediyoruz burada...30 ve 35 yaşlarında İstanbul’da yaşayan bir çift...

“Hiç ama hiç eksilmedi birbirimize duyduğumuz bu aşk” diyor arkadaşım.

Gözlerindeki ışıktan sesindeki neşeden ruhu ile ilişkisinin içinde olduğunu tüm varlığı ile görüyorum hissediyorum arkadaşımın.

Bu iki güzel insanı yanyana imgelediğimde zihnimde aynen şöyle bir görüntü beliriyor.

Hani gökyüzünde olan hortumlar var ya...İki hortum gibi varlıkları sanki ve birbirlerinin etrafında dönüyorlar...Her daim aynı aşkla...Sanki dans
ediyor varlıkları sonsuz yaşam ırmağında...

“İşte bu ya” dedim...Hayatta güzel şeyler de oluyor...

Aşk her koşulda kendini var edecek yolu kendine özgü yöntemlerle buluyor...Kolera günlerinde de, büyük savaş zamanlarında da insanlar aşık oldu, aşklarına sahip çıkabildi ve yaşadılar...Hiç bir beklentileri olmadan...Sadece ve sadece varlıklarını birbirlerine açarak yaşamın akışına izin verdiler...

Yaşamın göz kırpışlarını iyi okumak , şans vermek ve korkusuzca adım atmak bize düşen galiba.

Herşeyden önemlisi sanırım varlığımızı olmakta olana "açık " tutabilirsek , yaşam filmimiz anlamlı ve yepyeni bir yön alabiliyor ancak.

Malum yaşam cesurları seviyor...

Bu arada arkadaşım eşine bu yazıyı süpriz olarak göstereceğini iletti bugün bana.Çok sevindim...

Aşklarının her daim "canlı ve akışta" olması dileğimle...

sevgiler

30 Ekim 2011 Pazar

Bir Ricam Var / Have a Request

Sevgili Dostlar

Bir süredir gerçek insan hikayeleri yazıyorum blogumda...Sanırım benim kendimi gerçekleştirme ya da ifade etme yollarımdan biri de bu...


İnsanlara potansiyellerini ortaya çıkartmaları , kendilerini gerçekleştirmeleri, kendi yaşamlarını yaşamaları, oldukları kişi olmaları ve bu kişiyi derinden kabul edip sevebilmeleri için ilham ve cesaret veren hikayeler bunlar...Şifalandırıcı iyileştirici hikayeler bir anlamda...

Hepimizin hayatında var böyle ışıltılı güzel hikayeler...Hepimiz kendi hayatımızın kahramanları, başrol oyuncularıyız aslında...

İşte kendi hikayenizi tüm insanlarla paylaşabilirsiniz bu blog aracılığı ile...Kendi hikayenizle ve yolunuzla diğerlerine ilham olabilir ve cesaretle adım atmalarına vesile olabilirsiniz...

Lütfen benimle iletişime geçin...Özet hikayenizi gönderin bana...Sizinle buluşup detaylı hikayenizi dinlemek ve blogumda yer vermek istiyorum , size ve sizin yolunuza...

Paylaştıkça çoğalıyoruz ve büyüyoruz...

Benim için de artık "dinleme" ve "yazma" zamanı geldi sanırım...

Destekleriniz için şimdiden teşekkürler!

Sevgilerimle

funda_erdemir@hotmail.com



Dear Friends

I publish real human stories in my blog for sometimes...I beleive this is one of the way I actulize and/or convey myself...

The stories will give inspiration and courage to people whom are going to fullfill their potential , actulize themselves , live their lifes , become the person actually they are and to accept & love the person they are in fact...In another word these are healing stories...

We all have beatiful and lightfull stories in our lifes...We are all hero / heroen of our lifes ...

You can share your own story and your way via this blog. You can give inspiration to people via your true story and give them necessary courage so they can stand up and have a first step ...

Please contact with me...Send me the summary of your story. If possible I would love to meet you and listen the details of your story than give a place for it in my blog. To you and to your way.

We grow and evolve by "sharing" ...

I feel the time has arrived for me for "listening" and " writing"...

Thank you for cooperation!

With love,

funda_erdemir@hotmail.com

26 Ekim 2011 Çarşamba

Barış Dolu Bir Dünya İçin

2010 yılının Temmuz ayında, o gün 10 ve 5 yaşında olan iki oğlumla Lizbon’a tatile gitmiştik...

Yanına gittiğimiz arkadaşımın da benzeri yaşlarda iki oğlu vardı.
Tahmin edersiniz ki genel de bizi ziyarete gelen ve bizim ziyarete gittiğimiz ailelerin de oğulları vardı. Bütün Temmuz ayı boyunca bu küçük erkek çocuklarını gözlemleme fırsatım oldu.


NE KADAR MASUMLAR SİZCE?

Gerçekten çok önemli gözlemlerim oldu. Portekiz’li çocuklar top oynuyor, havuza giriyor , hayvanlarla oynuyor , yakalamaç falan oynuyorlardı. Hani bizim çocukluğumuzdaki gibi... Elbette TV ve bilgisayar oyunları da vardı eğlence kavramlarının içinde. Fakat özellikle ilgilimi çeken TV de bizdeki gibi vurdulu kırdılı şiddet içerikli pek çizgi film olmaması idi.

Aileler ile konuştuğumda kesinlikle oyuncak silah alınmadığını , güreş veya boks gibi “itiş kakış” içerikli sporları seyrettirmediklerini öğrendim.

Bir ay boyunca bir tane oyuncak silah görmedim.


DURUM BUDUR!

Ben çok sonraları büyük oğluma oyuncak silah almış bir anneyim. Kendimce çok direndim. Ancak çevremizdeki çocukların “silahlanması” na daha fazla dayanamadık ve biz de bu döngünün içine girdik bir gün.

Portekiz ‘de ister istemez şunu düşündüm. Bu tamamen bir rastlantı mı? Yani bizde şiddet içerikli çizgi filmlere veya bilgisayar oyunlarına ne kadar filtreleme koyarsanız koyun ulaşabiliyor çocuklar. Sizde yoksa arkadaşına gitti mi oynuyor veya izliyor? Sokaklarda elinde tabanca veya taramalı tüfekli oyuncak silahla dolaşan çocuklar var farkında mısınız hiç? Şöyle bir internet sitelerini tarayın lütfen konu ile ilgili durum çok ama çok vahim.

Hele ilkokul çocuklarına Kurtalar Vadisi veya Kabadayı gibi diziler seyrettirilmiyor mu? Büyükler için bile çok tehlikeli bence bu tarz görselleri.


BU OYUNCAK BİR SİLAH !

Korku filmlerinin içimizdeki korkuyu beslediğini okumuştum bir yerde. Bence şiddet içerikli filmler de içimizdeki şiddeti besliyor.

Ben komplo teorilerine hep soğuk kalmış biriyim. Nasıl yaşamının sorumluluğunu almayıp birilerini suçlayarak ya da şikayet ederek veya mazaret bularak “kurban” rolü oynamayı seçen insanlar var ise , aynen toplumsal olarak da bence kurban rolü benimseniyor bu komplo teorileri ile...Biz çok iyiyiz doğruyuz ancak şu düşmanlarımız yok mu ya?

Ancak bu sefer ben bile “Acaba mı ? ” dedim.

Ülkemizde ve bence tüm ortadoğuda içi dışı sağı solu şiddet içeren bir “oyun” oynandığını düşünüyorum . Orta ve uzun vadede kimin kimlerin ne kazanacağını veya kaybedeceğini tahmin edebilenin de olmadığı bir oyun bu. Hani bir deli kuyuya taş atar kırk akıllı çıkartmaya çalışırmış ya...

İlgili coğrafyadaki tüm insanların ve ancak özellikle de erkek çocuklarının masum zihinleri her türlü şiddet içerikli görseller ve oyuncak silahlarla kirletiliyor.

Şiddet tohumları ekiliyor. Zihin /veya bilinçaltı “ en gizli ve güçlü silah” olarak kullanılıyor bu kirli oyunda. Evet bizim çocuklarımız kullanılan.

“Ne ekersen onu biçersin” şeklindeki evrensel kanunu hatırlayalım.

Kitlesel olarak bu coğrafyanın çocuklarının bilinçaltına şiddet ekiliyor.

Amaç şiddet biçmek!

Gücü temsil eden kavramlar yüceltiliyor ayrıca.

Annesi veya babası yabancı uyruklu olanlar, farklı dinden olanlar , farklı renge kültüre sahip olanlar acımazsızca yargılanıyor okullarda...İlkokullar bahsettiğim. Bazı aileler , okul yönetimleri ve elbette bu tarz yaklaşımlara maruz kalan çocuklar oyunun acımasız oyuncuları oluyor malesef.

Yani farklı olan iyi değildir mesajı ekiliyor bir güzel körpecik beyinlere.

Ana konuya dönersem, çocuklarımızın alet edildiği muzzam bir şiddet oyunu/planı ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum bugün.

Peki ne yapacağız?

Ben şahsen 28 Ekim 2011 gününü “Çocuklarımın Silahsızlanma Günü” olarak ilan ediyorum.


BİR SİLAH TESLİM GÜNÜ ANISI !

Evdeki tüm silahları, herhangi bir şekilde başka bir canlıya zarar verebilecek sapan bile buna dahil (Portekiz li aileler buna dahi hassastı) evden toplayıp çöpe atacağım. Bir daha da evimize oyuncak silah sokmayacağım.

Su tabancalarını unutmayalım...Su ile oynamanın binbir farklı şekili olsa gerek...Taramalı su tüfeklerini bir görseniz , gözlerinize inanamazsınız. Üstelik bu çılgın su tüfeklerine sahip olmayan çocuklara kendilerini değersiz yetersiz hisettiren mesajlar veriliyor. Bu yazıya da dün evimin önünde akşam karanlığında elinde su tüfekli iki ilkokul öğrencisi ile burun buruna gelince yazmaya karar verdim...Çok ürkütücü idi görüntü!

Ancak sadece bunu benim yapmam malesef yeterli değil.

Bu yaklaşımı erkek çocuğu olan , evi oyuncak "silah deposuna" dönmüş tüm ebeveynler desteklemeli...

Aksi halde sağda solda görülen silahlar yine çocuklarımızın zihinini zehirlemeye devam edecektir.

Hadi gelin çocuklarımızın üzerine kurulan bu korkunç oyunu , evlerimizi “silahsızlaştırarak “güzelcene bir sabote edelim . Hatta okul yönetimleri ile görüşüp silah teslim kampanyaları açalım...Bir çok belediye bu tarz çalışmalar yapmış...

Bir elin nesi var binlerce elin kocaman çığlığı var!

Bu dünya bizim , bu barış bizim...

Çocuklarımıza güvenli barış içinde bir dünya bırakabilmek adına bugün hep birlikte bir adım atalım!

HEMEN VE ŞİMDİ !

Bu sloganı çok seviyorum...İnsanı harekete geçiriyor!

Mümkün olabildiğince ebeveynle paylaşmanızı rica ederim bu yazıyı.

Zaman artık bireysel devrimlerimizi yapma ve yaşamımızın zorumluluğunu alma zamanıdır...

Artık Türkiye sınırları içinde oyuncak silah satılmasın ve bulunmasın!

28 Ekim 2011 “Çocuklarımızın Silahsızlanma Günü” şimdiden hepimize kutlu olsun!

Sevgilerimle

11 Ekim 2011 Salı

Sage CEO's Time

Humanity is really on the verge of a completely different world...

The old world and the new one has already separated from each other and these days are the final days of this seperation...



There were certain rules to become a sage in the past.

Away from worldly benefits , fun, enjoyment and threat the desires ,

Living away from people, on the mountains or in the caves,

Not to value any material things or even not to have any material assets,

Keep away from any position which can hold any power or title...

I remember a story. Try to convey the message as far as I can.

A sage was called to visit a great king. The king asked the sage to teach him wisdom. The sage asked him to become the king for sometimes. Than the great king left his position&kingdom and the sage became king instead. Many years passed. One day sage king asked the ex king so that they should go to the farest border of his land. They came next to the border. Sage king passed the border but ex king could not pass the border. Because he could loose all his rights as a king . Simply he could not be the king on the other side. Than sage king gave all his royal clothes and the crown to the ex king. He said “ As you can see I am more free than you and I do not hold crown or any other things. This is the wisdom!" ...

As a summary we do not need to sell our Ferrari’s to receive wisdom and become a sage!

To become wise person whom owns Ferrari is the art of living.

Whom we are in fact has nothing to do with what we own in life.

As well as we live in a ocean view villa, white open deck Porshe, great boat , travel the world, have most beatiful food and cloths , having fun , we can become a wise person and/or a sage. Our inner being deserves all the best things in the world...

I beleive the way our minds confused the concepts of absence and nothingness.

“ It is not the outher shape of a pot is holding the pot up, it is the nothingness (emptyness , hollowness) inside of the pot , as like the human can stand up with the consicious of nothingness not with the self opinion/impression” said our beloved Rumi.

When a person touches the “nothingness” and/or “empthyness” within himself than a vacuum is created. The universe always fill the empty areas. This vacuum extract the things outside towards itself...

When a being who has positive feelings and thoughts and is in love & light touched the nothingness with in himself can extract all the goodness , beauty and abundance from the universe.

There is a symbol of Krishna’s flut in Hinduism. When the flut is empty than it can really create a beatiful sound.

In another word, God or universe can create beatiful creation when there is nothingness within us. By this way our higher self, soul can establish itself / landed itself on the earth...We would realized ourself...

So how can we reach this nothingness? According to me we are lightful beings when we were born. Just like a ball full of light...

Than fears, attachments, emotional traumas, thoughts and beliefs are not in love&light, restrictions, must to do / have to do games start to cover this lightfull ball like shells...Over and over. The light of the being which reflects outside becomes less...

Nevertheless the self and the inner light is always there...When all these shells are pilled off , the being started to shine again. When we free ourself from this “inner fillings” which we call it “emotional fredoom” , a great nothingness started to exist.

When we intend / aim to fill this nothingness with the love & light , the love & light from our inner self/higher self or soul can fill this emptyness.

Nothingness is about our being to be in completely in love & light.

Nothingness belongs to abundance conscious. Absence belongs to shortage conscious.

There is everyhing in nothingness but there is nothing in absence.

Another issue is about “judgement”...

When we judge someone we close our being to that person. We built a wall between ourself and that person by the judgement. Our self-being can not reach that person and our being with its love and light can not cause an inspiration in the other person. If we accept the other person as he/she is and love the person unconditionally than our being can be opened to other person with love. If the other person is open to change and transformation than the higher vibrating consicious can lift the other one.

I belive our beloved Rumi has touched the souls of beings in this way. To accept everything and everyone as it is an love unconditionally...

He was a great being so that he was able to join his being with the ocean...Ocean of love...And who ever goes to his presence with open heart, he still accepts and loves unconditionally that being so that he helps out the visitor joins to the ocean...He made himself ONE with the ocean and he infact became ocean...

Now we come to sage CEO’s issue...

Transformation and evoluation are happening even in corporational level as well as personal level. Eventhough poer of desire and wishe for transformation & evolution of corporations can create a great area for journey of the human evolution. A new era...

Sage CEO’s who were able to touched the nothingness within themselves, joined their being to the ocean , opened their being with love to his/her employees have great roles for the evoluion of humanity.

Imagine about multinational corporations which employs couple of thousands people. And those corporations have sage CEO’s...

I want you to imagine if Rumi or Budha would be a CEO of a corporation employing thousands of people in globe.

Can you imagine? I can imagine...Would it not be so great! Why not!

A sage CEO...

He / She is such a powerful light so he effects his employees conscious just being in their living area. He/She only inspires with his/her being. He / She is a visioner and a creator...He / She lives on the earth to realize / fulfill / manifest the human potential in a most glorious way...And he/she surely realizes this mission...He / She creates difference in peoplelifes whom live near by his/her being only. He /She respects humanity and nature and his/her most important value is the sustainability of life. He / she designs his/her products and servising rules orginated
from love not from fear. He / She is the leader supporting ONENESS and INTEGRITY with his/her being...

He / She is the key to open the new world.


You know the saying of "Life is not about finding yourself . Life is about creating yourself”...

So time for sage CEO’s whom “created” himself/herself has arrived...The need of world and humanity is this now...

These days are so close...Closer than tomorrow...

I got the inspiration for this writing from Timur Tiryaki's book named "Shall I become Buddha or CEO ?” . I will soon buy the book too...

With love

3 Ekim 2011 Pazartesi

"Bilge CEO" lar Zamanı

İnsanlık gerçekten bambaşka bir dünyanın eşiğinde...

Eski ile yeni dünya çoktan ayrılmaya başladı ve son kopuşlar gündemde...

Eskiden bilge bir kişi olmanın belirli kuralları vardı.

Dünya nimetlerinden , eğlenceden , keyiften uzak kalarak arzuları / nefisi terbiye etmek,

İnsanlardan uzakta yaşamak, dağa mağaraya çekilmek,

Maddi değeri hiç bir şeye sahip olmamak ve hatta değer vermemek,

Güç sembolü olabilecek konum mevki ünvanlardan uzak durmak,

Hatırladığım bir öykü vardır, çok severim. Tam cümleler olmasada mesajı aktarmaya çalışacağım.

Bir bilge büyük bir kralın huzuruna çağrılır. Kral bilgeye ona bilgeliği öğretmesini söyler. Bilge kendisinin kral olarak belirli bir süre yaşaması gerektiğini iletir. Kral krallığından feragat eder ve bilge kişi ülkenin kralı olur. Yıllar geçer. Bir gün kral olan bilge , "Hadi ülkemin en uzak sınırına beni götür " der eski krala...Yola çıkarlar birlikte. Sınıra gelirler. Bilge kral sınırın ötesine geçer ve ancak eski kral sınırı geçemez. Çünki orada krallığının hükmü yoktur. İşte o zaman bilge kral tacını asasını verir eski krala ve " Görüyorsun ki ben senden daha özgürüm ve taca asaya tutunmuyorum. İşte bilgelik bu " demiş.


ROBIN SHARMA VE SATTIĞI FERRARİ'Sİ

Sözün özü şu ki bilge olmak için artık Ferrari'nizi satmanız gerekmiyor.

Marifet "Ferrari sahibi bir bilge" olabilmekte...

Ferrariye sahip olsan da olmasan da içindeki mutluluk, neşe ve huzur aynı ise bu iş olmuştur...

Kim olduğumuzun sahip olduğumuz şeylerle hiç mi hiç ilgisi yok aslında.

Okyanus manzaralı lüks bir villa da yaşayıp, üstü açık beyaz bir Porshe kullanıp, gayet hoş bir tekneye sahip olup, dünyayı gezip , en güzel yiyecekleri yiyerek ve kıyafetleri giyerek , eğlenerek de bilge olunabilir. İçimizdeki varlık , özümüz en güzel şeylere layık zira...


Bence hiçlik ve yokluk kavramlarını karıştırmışız kafamızda bir şekilde.

"Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir" der sevgili Mevlana'mız.

İşte kişi içindeki "hiçliğe" dokunabildiği ulaştığı noktada bence bir boşluk / vakum alanı oluşuyor...Evren boşlukları sevmez...Vakum alanı dışarıdaki şeyleri çeker kendine doğru...

Duygu ve düşünceleri olumlu , sevgide ve ışıkta olan bir varlık içinde hiçliğe ulaştığında evrenin tüm güzelliğini iyiliğini ve bolluğunu yaşamına çeker...Bolluk bilinci açılmıştır o varlık için artık.

Hinduizm'de Krishna'nın flütü sembolü vardır. İçi boş olursa ancak flüt güzel melodiler çıkartabilir. Yani Tanrı / Evren ancak bizim içimizde boşluk / hiçlik olduğu noktada en güzel yaratımı gerçekleştirebilir. Yani özümüz , rabbımız , ruhumuz kendini yeryüzüne tam olarak indirebilir ve biz de kendimizi gerçekleştirmiş oluruz.

Peki bu hiçliğe nasıl ulaşılır? Bana göre doğduğumuz anda ışıktan bir varlığız. Hani derler ya "nurtopu gibi bir oğlunuz kızınız oldu" diye...Aynen öyle ...Işıktan bir top gibidir varlığımız...

Sonrasında meliler, malılar, yasaklar, sevgide ışıkta olmayan inanç ve düşünce kalıpları, korkular , bağımlılıklar, yaşanan duygusal travmalar üst üste zar veya kabuk gibi örter bu ışık topunun...Dışarıya yansıyan ışığı azalır varlığın...

Oysa öz aynen yerindedir...İşte tek tek bu kabuklar zarlar soyulduğunda varlık daha bir ışıldamaya başlar...Tüm bu içsel "doluluk"tan özgürleştiğimizde ki buna "duygusal özgürlük" de deniliyor , içimizde muhteşem bir boşluk oluşmaya başlar. Bu boşluğu bilinçli olarak sevgi ve ışıkla doldurmaya niyet ederek , özümüzün ışığının ve sevgisinin varlığımızdaki bu boşlukları doldurmasını sağlarız. Herşey bir ışık oyunu gibi sanki...

Hiçlik varlığın tamamen sevgide ve ışıkta olma halidir.

Hiçlik bolluk bilincine aittir. Yokluk kıtlık bilincine aittir.

Hiçlikte herşey vardır. Yoklukta hiçbirşey yoktur.

Bir diğer konu da "yargılamak"...

Birini yargıladığımızda o kişiye varlığımızı kapatıyoruzdur. Varlığımızla o kişinin varlığı arasına bir duvar örmüşüzdür. Varlığımız ne boyutta olursa olsun diğerine ulaşamaz ve ışığımız da sevgimiz de bir fark yaratamaz diğerinde...Oysa diğer kişiyi olduğu gibi kabul edip koşulsuz sevmeyi seçtiğimizde buna niyet ettiğimizde varlığımız açılır sevgi ile diğer varlığa...Eğer diğer kişi de değişime dönüşüme açık ve buna niyet etmiş bir varlık ise işte o zaman ancak sevgi ve ışık diğerine ulaşır ve yüksek bilinç , titreşimi ile diğerini de yükseltir.

Sevgili Mevlana'mızın da bu şekilde varlıkların özüne dokunabildiğine inanıyorum. Herkesi ve herşeyi olduğu gibi kabul edip koşulsuz sevebilmek...



O çok yüce bir varlık ki kendi varlığını okyanusun varlığı ile BİR edebilmiş. Ve halen her kim ki gönül açıklığı ile huzuruna gittiğinde , huzuruna gelen o varlığı olduğu gibi kabul edip koşulsuz severek, varlığın tıpkı kendisi gibi okyanus ile birleşmesine vesile olmaktadır. O zaten varlığını okyanus ile bir ederek , okyanus olmuştur...

Şimdi gelelim bilge CEO'lar konusuna...

Değişim dönüşüm bireysel formda olduğu gibi kurumsal formda da olmaktadır. Hatta değişime dönüşüme olan istek ve niyetleri ile kurumların varlıkları , çok daha büyük bir etkileşim alanı yaratmaktadır insanlığın evrimi yolculuğunda...

Bilge CEO'lar , yani içlerindeki hiçliğe dokunabilmiş, varlıklarını okyanusun varlığına katabilmiş , sevgi ile varlıklarını çalışanlarına açabilmiş yöneticiler, insanlığın evriminde çok önemli role sahiptirler.

Düşünün onbinlerce çalışanı olan uluslararası şirketleri...Ve bu şirketlerin bilge CEO'lara sahip olduğunu...

Mevlana ya da Budha gibi bir varlığın onbinlerce çalışanı olan bir şirketin CEO 'su olması halinde neler olabileceğini hayal etmenizi istiyorum burada sizden.

Hayal edebiliyor musunuz? Ben edebiliyorum. Ne muhteşem olurdu değil mi? Neden olmasın!

Bilge bir CEO...

O öyle bir ışıktır ki, tüm çalışanlarının bilincini etkiler...İlham verir varlığı ile....Vizyoner ve yaratıcıdır. İnsan potansiyelinin en muhteşem şekilde ortaya çıkması için vardır yeryüzünde ve bunu da gerçekleştirir...Varlığı ile fark yaratır çevresindeki insanların yaşamında.. İnsana doğaya saygılıdır ve sürdürülebilir yaşam en önemli değeridir...Korkuda değil sevgide kurgular tüm ürün ve hizmet yelpazesini...Varlığı ile BİR 'liği BÜTÜN'lüğü destekleyen bir liderdir. Yeni dünyanın kapılarını açan anahtardır o.

"Yaşam kendini bulmak değil kendini yaratmakla ilgili bir şeydir" diyen sözü bilirsiniz...

İşte kendini "yaratabilmiş" bilge CEO 'ların zamanı geldi...Dünyanın ve insanlığın ihtiyacı da budur artık.

Bugünler çok yakın...Yarından bile yakın.

Bu yazıyı Timur Tiryaki'nin "Buddha 'mı olsam yoksa CEO 'mu olsam ? "isimli kitabının başlığından ilham alarak yazdım.Henüz kitabı almadım ve en kısa sürede almayı planlıyorum...

Sevgilerimle