28 Aralık 2013 Cumartesi

Ebru Güneş'in Gözyaşlarının Düşündürdükleri

Ebru Gündeş'in gözyaşları ile ıslanmış haberler sosyal medyaya düştüğünden beri düşünüyorum. "Searching"  modu anlayacağınız...

Anlamlandırmaya çalışıyordu sistemim yaşanılanları...

Rishi (Aziz) Valmiki'nin yaşam hikayesini çağrıştırdı Ebru Gündeş ve eşinin hikayesi bana.

Valmiki 'ye Adi Kavi (Ezeli Ozan) ismi verilir Hindistan'da. Çünki dünyaya mal olmuş epik Ramayana 'yı kaleme alan ozandır o. Erdemli adil kral Rama ile şeytani yalan dolanın  kralı Ravana arasındaki savaşı anlatır Ramayana. Doğru yaşam kuralları, doğanın ve tüm canlıların birliği uyumu, erdem, adalet ve benzeri mesajlar içerir bu epik destan. İnsanlığa büyük bir armandır gerçekten Ramayana  Destanı!


                                                         Valmiki Ramayana'yı Yazarken

Valmiki hikayesinin başında ismi bilinmeyen bir soyguncudur. Ormanın içinde yoldan geçenleri soyar hergün. Bir gün ormandan bir grup aziz geçer. Narada isimli  Hint Mitolojisin' de  her zaman doğru zamanda doğru yerde olan doğru soruları soran, doğru hikayeler anlatan özetle  tanrıların oyununun perdelenmesinde önemli rolü olan bir aziz de grubun içindedir. Narada sorar soyguncuya. "Ailen senin günahlarını paylaşır mı?" Soyguncu "Elbette!" der. Narada "Peki o kadar emin isen gidip bunu teyit etmelisin." der.  Koşar hemen eşinin yanına soyguncu içine kuşku düşmüştür bir kere. Eşine "Ben bir soyguncuyum. Sana ve çocuklarıma soygun yaparak bakıyorum. Benim günahlarımı paylaşır mısın benimle? " der eşine bir soluk. Eşi "Sen bir erkek olarak bizim  yaşamımızı  idame ettirmemizden sorumlusun . Ancak bunu erdemli davranmayarak günah işleyerek  yapmak senin seçimin. Asla paylaşmayız  senin günahlarını" der. O vakit yaşamın anlamını anlar yazılanlara göre eski soyguncu ve Narada 'ya gidip sorar ne yapması gerektiğini. Narada ona bir mantra verir ve ormanın derinliklerinde derin düşünceye dalar eski soyguncu. Çok çok uzun zaman geçer. O kadar ki karıncalar onun üzerinde yuva kurar tüm bu zaman  hareketsiz durduğundan. Uzun zaman sonra Narada yine aynı yoldan geçerken görür orada düşüncelere dalmış soyguncuyu. Ve ışıl ışıl parlamaktadır eski soyguncu. Aydınlanmasını almıştır ve adı artık "Karınca Yuvası" anlamına gelen VALMİKİ olmuştur. Narada 'nın verdiği mantra RAM dır. Evrenin koruyucusu olan Vishnu 'nun enkarnasyonu olan kral Rama 'nın kutsamasını kazanır Valmiki uzun yıllar derin düşüncelere dalıp Ram mantrasını kalben dillendirdiğinden. Ve işte RAMAYANA 'nın ozanı bu şekilde doğar...

Düşünüyorum da eşinin bu duruşu insani boyutta sevgisizlik gibi gelebilir bizlere. Eşinin yanlışlarını erdemsizliklerini günahlarını paylaşmamak...Onu terk etmek yalnız bırakmak gibi görülebilir Valmiki'nin eşinin yaptığı. Oysaki Valmiki'nin eşi erdemli bir duruşla eşini de erdemli olmaya davet etmiş ve eşinin  en yüksek potansiyelini gerçekleştirmesine vesile olmuştur. Belki eşsiz ve yalnız kalmıştır çocukları ile o kadın ve o dönemde Hindistan'da bir kadının yalnız kalması ölümü ile eş değerdi nerede ise. Buna rağmen kendi ve çocuklarının ihtiyaçları yerine eşinin ve bütünün en yüksek hayrına olanı seçebilmiştir Valmiki'nin eşi. Üstelik bu duruşu eşini sevmediği red ettiği kabul etmediği anlamına da gelmez. O sadece kendi erdemli duruşunu sergilemiştir.

Gerçek sevgi özgür bırakır!

Erdemli duruşlar nedeniyle yaşanan ayrılıklar bazen çok büyük öğretmenleri olabiliyor yaşamlarımızın...Üstelik bu aşka sevgiye rağmen de yaşanabiliyor!

Enteresan bir şekilde dün  bir kız arkadaşla konuyu konuştuk. Ebru Gündeş biliyor muydu eşinin yolsuzluklarını acaba? Belki de bilmiyordu. Fakat sorumluluğu durumu öğrendikten sonra başlıyor olmalı. Yani eşinin yolsuzluk hırsızlık yaptığını öğrendikten sonra tüm günahlar karmaları paylaşıyor eşi ile.

Arkadaşım başka kız arkadaşları ile konuştuğunu ve bir çok kız  arkadaşının "Olsun o bizim eşimiz sesimizi çıkartmaz kabul ederiz." dediğini söyledi.

Bu gerçek sevgi miydi peki?

Biz dünyalılar evlilik akidini ne kadar yanlış anlamışız bir kez daha gördük bunu dün.

Evlilik akidi  sıradan dünyevi  bir akit değildir. En büyük ruhsal akitlerden biridir. İki taraf da birbirinin ruhsal gelişiminden erdemli varoluşundan sorumludur. Birbirinin rehberidir. Ruhsal boyutta karşılıklı verilen  bir sözdür bu. Evlilik akidini sadece mal edinmek, çocuk sahibi olmak ,  toplumun onayladığı seks için  ya da ev işlerinin yapılması için seçilen dünyevi bir yaşam şekli olmaktan başka bir yere oturtabilmek gerekir.

Çok  zor bir seçim. Ancak  bir o kadar da hem bireysel hem de toplumsal kuantum sıçraması yaşatacak bir seçimle karşı karşıya Ebru Gündeş.

Kadın erkek ilişkilerinin bencil ihtiyaçlardan  arınması, evliliğin gerçek anlamına kavuşması ve yeniden evrensel dengeye ulaşması, toplumun erdemli vicdanlı yaşam  ayarının yeniden yapılması gibi çok büyük ve yönlü  bir misyonu kabul ederek doğmuş besbelli ki Ebru Gündeş.

İyi ki de doğmuş!

Sevgiyle saygıyla sarmalıyorum varlığını Ebru Gündeş'in ve kalbinin ışığının rehberliğinin üzerinde olmasına niyet ediyorum.

Eğer gerçek bir aşk ve duygusal bağ var ise eşi ile aralarında , Ebru Gündeş'in  erdemli duruşu eşinin özgürleşmesine (gerçeğe uyanmasına) ve en yüksek potansiyelini gerçekleştirmesine vesile olacaktır.

Ve bu erdemli seçimi yapabilirse Ebru Gündeş aklımızın alamıyacağı şekilde evren tarafından destekleneceğine ve mucizevi şekilde çözümün ayaklarının önüne geleceğine inanıyorum.

Ebru Gündeş gibi  eşi de çok büyük  erdemli bir yaşamın seçimi ile ilgili önemli bir misyon ile doğmuş anlaşılan.

Dünya boyutunda ancak zıtlıkları görünce yeni seçimlerimizle evriliyoruz. Zıtlıkları bizlere yaşatanlar da hem bireysel hem de toplumsal anlamda  bütünün en yüksek hayrına bilincin evrimine hizmet ediyor.

Resmi her daim  çok yukarıdan bütün olarak görebilmek dileğimle...

İyi haber evrim devam ediyor...Bilincin evrimi şimdi ve burada olmakta...

Evrim her zaman ileriye daha çok ışığa ve sevgiye doğru oluyor.

Herşey çok güzel oluyor!

Sevgiler







22 Aralık 2013 Pazar

İçimizdeki Hırsız ile Yüzleşme

Malum gündem üzerine bir kaç satır bir şeyler yazmak istedim...

Sahi ne çok  zaman oldu sizlerle buluşmayalı!

Tepki verdiğimiz reaksiyon duyduğumuz yargıladığımız  öfkelendiğimiz zaman , bu duyguları bize yaşatan durumun olgunun içimizdeki parçasını güçlendirdiğimize inanıyorum.

                                                            

Bu nedenle olmakta olanı sadece ve sadece izleyebilmek çok önemli şu sıralar.

Evet hepimizin içindeki hırsızın kolektif dışa vurumunu izliyoruz şu sıralar.

Nasıl yani diyeceksiniz?

Evet içimizdeki hırsızdan bahsediyorum.

Hiç birinin zamanını çalmadınız mı bugüne kadar, ya da korsan kitap ya da  CD almadınız mı ? Şirket telefonlarını özel amaçlı kullanmadınız mı hiç? Ya özel amaçlı fotokopi çekimleri, şirket araçlarının  kullanımları...Hatta ilk iş yaşamıma başladığımda şirket mutfağından şeker kahve çalan insanlar olduğunu bile duymuştum. Saymakla bitmez içimizdeki hırsızın bireysel eylemleri...

Hatta bir kaç gün önce yeni bir hırsızlık eylemi ile tanıştım. Bu sene merkezi ısıtma olan binalara özel bir vana yerleştirildi ki tüketime göre para ödenecek artık. Bu vanaları kapalı tutup komşularının ısıtması ile ısınan evler var. Bu da bir çeşit hırsızlık çünkü bizim bu davranışımız nedeni ile komşularımızın faturası kabarıyor. Kaçak elektrik  kullanımlarını, küçük çocuklarının yaşını küçültüp toplu taşımada para ödememeler...Say say bitmiyor hırsızlıklarımız!

Bazılarınızın insanların parası yok ne yapsın dediğinizi duyuyorum.

Bu tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar sorusu gibi bir soru bana göre. Hırsızlıklarımızla bolluk bereketimizi baltalıyoruz , parasızlık argümanı ile de hırsızlık yapıyoruz ya da kılıf buluyoruz hırsızlıklarımıza.

Maddi ya da manevi başkasına ait olanı o kişinin bilgisi ya da kalben rızası olmadan almak ve kendimize menfaat yaratmak hırsızlıktır.

Uzun yıllar önce ülkenin önemli bir firmasında büyük bir emniyeti suistimal hasarı olmuştu. Yani çalışanın şirket parasını gizlice cebe indirmesine deniyor emniyeti suistimal . Şirket yönetimi yabancı idi ve para da öyle böyle değil yanlış hatırlamıyorsam bugünün parası ile nerede ise 1 Milyon TL 'ye yakındı.

Hiç unutmam Uzakdoğulu yönetici bizim yüzümüze bakıp "Siz Türkler hırsızsınız" demişti. Çok bozulmuştuk utanmıştık. Yıllarca hep düşünmüşümdür bu sözünü o yöneticinin. Düşünsenize tarihimizde yüzyıllar boyunca  başka  ülkelere yapılan saldırıları yağmalamaları...Belki de çok zamanlı ve boyutlu bir karmik arınma ile karşı karşıyayız.

Bilirsiniz dünyanın başka ülkelerinde deyimlere bile girmişiz bu konuda. Türk gibi üçkağıtçı, dolandırıcı gibilerinden...Herkes biliyor bizi! Bir biz yüzleşemiyoruz gölgemizle...

Evet karşılık vermeden ödemeden aldığımız şeylerin de bir bedeli var evrenin kanunu böyle.

Üstelik hırsızlıklarımız nesiller boyu soyumuzun gelecek kuşaklarını da etkiliyor. Buna karma deniyor. Ne ekersen onu biçersin olayı.Sadece sen değil senden sonra gelen yedi nesil etkileniyor davranışlarımızdan.

Bir yerden bir şekilde ödeniyor bu borç. Evimize hırsız girdiğinde iki de bir ya da değerli bir şeyimizi durduk yerde kaybedince şaşırıyoruz  sonra da. Üstelik sadece maddi kayıp değil yaşayabileceğimiz sağlığımızı bile kaybedebiliriz.

Dost acı söyler! Çünki dost bizi beklentisiz sever ve özgürleşmemizi ister karanlıklarımızdan.

Öfkeli tepkilerimizle reaksiyonlarımızla da içimizdeki hırsızı şifalandırmıyor tam tersi güçlendiriyoruz malesef.

Şimdi bu kollektif karmamızdan arınma zamanıdır belki de.

Ancak bunun şifalanarak gerçekleşebilmesi için iki şey gerekli sanki.

Birincisi olanı tepki reaksiyon vermeden izlemek ve fakat elbette gerekli hukuki süreçleri işlemleri yürütmek. Eylemsizlik değil aktarmaya çalıştığım burada.

Diğeri ise içimizdeki hırsızla yüzleşmek. Bizim gölge yanımız olan hırsız ile. Ancak ona da öfke duymadan kendimizi suçlamadan yapılmalı bu çalışma. Sadece samimiyetle anlamaya çalışıyoruz onu.

Karşımıza alıp soralım ona neden çalma saklama biriktirme ihtiyacı duymuş? Hangi duygu eksikliği hangi korku böyle bir davranışı tetiklemiş.

İçimizdeki  hırsızın  gelecek kaygısı duyduğunu, parasız kalma korkusu yaşadığını , yaşamın tehlikeli olduğuna inandığını ,kendini tehdit altında hissettiğini, her an çok kötü bir şey olabileceğine inandığını (olumsuza odaklı) , ancak kendini çok  para ile koruyabileceğine inandığını, çok paranın güç,  gücün de güven olduğuna inandığını, öz değerini ve öz yeterliliğini ne kadar parası olduğu ile ilişkilendirdiğini görebiliriz.  Özetle yaşamdan korkan ve güvenmeyen, kıtlık ve ayrılık bilincindeki, öz değeri ve öz yeterliliği düşük (bu kaliteleri sadece sahip olduğu maddiyatla özdeşleştirmiş) benliğimiz çıkıyor  bu resimin altından.

İçimizdeki hırsıza , yaşamdan korktuğunu, güven ihtiyacını, kendini değerli ve yeterli hissetme ihtiyacını, bolluk içinde olduğunu bilme ihtiyacını   görmediğim için senden özür dilerim, lütfen beni affet, seni seviyorum , teşekkür ediyorum diyebiliriz.

Bu çalışma ile içimizdeki materyalizmin köküne inebileceğimize inanıyorum . Paraya ve güce duyulan çılgın dizginlenemez ihtiyacımızı dönüştürebiliriz.

Toplumumuzu son otuz yıldır kemiren materyalizm  hastalığını belki iyileştirebileceğiz bir fırsata dönüştürebiliriz bu krizi  ve artık son olur bu yolsuzluklar!

Karşılıksız vermek ve karşılıksız almak her iki tarafı da borçlu kılar ve borç mutlaka ödenir.

İçimizdeki açlık madde ile değil ancak özümüzle, ruhumuzla  bağlantı kurabildiğimizde doyar.

Konu ile ilgili yazmaya devam edeceğim...

Sevgiyle








12 Eylül 2013 Perşembe

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Ida Mountain is Screaming!

This sentence is the symbol of Çanakkale Enviroment Platform's fight!

I admit that I was not aware of the heavy situation and urgent action requirment before I moved here.

I had chance to go trough some academic reports and I share my notes with you.

Ida Mountain

Biga Peninsula and Ida Mountain were declared as "Important Nature&Plant Area" by many international platforms.

37 out of 82  unique plant in the world live in this area. The area is under "genetic protection".

Although modern medical science 80 % of the world population still receive medical treatment via medicine made of herbs&plants  because of that  the area is called "drug store of the world."

The area is secondary way for birds which emigrates.

The most facinating info for me is that the area including Ida Mountain is the second richest oxgen source in the world after Alps.The area produce 375.400 T / year oxgen and absorbs carbon  dioxide  516.380 T/year .  Therefore it would be so dramatic  to damage natural balance in the area regarding global warming !

Approximately Billion USD 8 is produced via agriculture including stockbreeding in the area every year. Thousands of employment are provided by these sectors. The area is also one of the main "eco tourism" point in the world.

In the Greece mythology it is called as Ida Mountain. According to Homeros Ida means " With 1000 springs, are with plenty of springs, plants and animals.". Also it is called like  "home of the gods & goddesses".

Greece call the top point of Ida as Ayda. Ayda is a holy center of gods & goddesses.
Today Ida mountain is also a holy center of the local people.

Legends such as Zeus and Ganymede , Afrodit and Achies ans also first beauty contest were hold in Ida Mountain.

Three goddesses whom were going to be introduced to Paris had bath in the springs of Ida Mountain.

Afrodit was choosen as "the most beatiful one" in Ida Mountain.

Troia (Troy) where civilization was established in this area.

Prince Aereo from Troia, is assumed the one whom establish Rome Kingdom.

According to legend, the horse of Troy was made of a special tree comes from Ida mountain. Still those trees are alive and they are endemic.

Aristo's school which was the center of humanism was also in Ida Mountain.

Therefore the area and Ida Mountain is one of the important center of the world regarding its natural, cultural,historical inherit with its legends...The area is the one of the pillar of universal values which our global culture stand on it.

So now we will explain the threats...

The first one is "gold mining"...

It is planned to process Billion T 2.5 rocks and use Billion 7 T water for mining activities.During the mining process T 400.000 cyanide will be used.

According to above figures , the clean  water which is used by Mio 2.5 people in the area come  from many springs dams will be totally poluted.

Recently one of the small stream called Çay Deresi was blue and it reach to Marmara Sea eventually.
In summary tones of clean water will be used for gold mining and heavy metals such as lead mercury cyanide arsenic will polute the water the earth and the air.

Also Radon gas which cause cancer will be relased to the atmosphre during the process.

I saw very detailed study for the numbers of trees will be cut off...Millions of olive trees etc.

There will be big holes in the many points on the mountain . They are called "hell holes". They have 600 m width and 400 m lenght...Imagine! Academic reports say dueto the fact the landscape is hilly the risk of erosion is very high.

The mining bussiness is machinery based process so there will not be large employment provided. Also its life is very short like 8-10 years. Nevertheless 750 k people in the area live with agriculture & stock breeding.If these sectors are damaged directly or indirectly via mining bussiness than many people will be unemployed.

The total income calculated for all the planned mining investments in the area for next 10 years is only Billion 20. If you compare it with yearly income generated only from agriculture&stockbreeding which is Billion 80, it does not sound as a good investment.

The area is also in first earthquake zone. Eventough the mining plants are closed down after 10 years the risk of polution will be carried by the local people for hundred years.

By the "New Mining Law" relased in 5/6/2004 (ironically in the world enviroment day) many local and international mining firms applied for mining licence and many of them received the licence!

Secon theat is  termic power plants which is run by coal..

Including the existing ones new power plants are planned to built in the area with total capacity of MW 8.
In short and mid terms those investments will cause directly or indirectly enviromental disaters, unemployment, diseases&sickness and surely loss in the county's income.

So what the local people and civil organizations want and say?
Local people and also all people in Turkey  including all local civil organizations do not want those investments.
They mention that the international mining companies target the 3rd world countries where the enviromental laws are not  like in US and EU. Unfortunately Turkey is one of their target!

Due to the fact so that legal system in Turkey  is not working as it is working in the democratic countries, than they call people not to beleive the enviromental effect reports (ÇED) prepared. They say these reports do not reflect the truth!

They say the water earth air with all the life including  human one in the are are under heavy threat!

They want the priority on the sustanibility for life before sustanibility development!

Now I share my personal view with you.
I beleive all the local and international companies should be hold liable for all the material bodily and moral damages/ indemnity directly and/or indirectly may occur   under the local and international laws regarding human, enviromental animal rights...Because the risk is for all world and the international laws should apply to the subject.  Keep in mind local people and all civil organization including engiineers, doctors,enviromentalist say NO!

Also there should be no time limit for the indemnity may be risen . The risk which the local people will carry is for hundred years as specialist says. So 5-10 years time limit is a big lie!

I beleive  above notices should be given LEGALLY  to all the companies which plan to invest in the area.

All the companies which plant to invest in the area should make their feseablity reports again including "Natural Capital Valuation" reporting. Also they should include possible indemnity requirments mentioned as above to their new feasibility report. I beleive they will see the unsufficieny of the investment and they cancell the projects.
If the area and specially Ida Mountain loose its function than it will be just like a self-suicide for all the world!

In summary , wild capitalism is attacking to world's heritage and our future in this area!

Today I invite you to hear the scream of Ida Mountain.

I invite you to give your signature to worldwide campaingns to save Ida Mountain.
I invite you to support the local platforms efforts via social media and campaign in all over the world.

I invite you to support the efforts via fecebook pages Diren Kazdağı-Forum Çanakkale and/or  Occupy Ida Mountain ...

I invite you to be ALIVE to our global interest for our past, today and future!

Occupy Ida Mountain!

Occupy Earth!

with love,

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Kazdağı Çığlık Atıyor!

Bu slogan mücadelelerinin sembolü olarak Çanakkale Çevre Platformu’na ait…

İtiraf ediyorum sorunun bu kadar vahim olduğunun ve de ivedilikle çözüm yaratılması gerektiğinin farkında değildim daha önce.

Akademisyenlerin raporları ile yerel sivil çevre örgütlerinin çalışmalarını inceleme fırsatım oldu.

Notlarımı sizlerle paylaşıyorum.

Kaz Dagı


Biga Yarımadası ve Kazdağı Yöresi, uluslararası platformlar tarafından “Önemli Bitki Alanı ve Önemli Doğa Alanı “ olarak ilan edilmiş bir bölgedir.

Dünyada nadir 82 bitki türünün 37 tanesi bu bölgede yaşamaktadır ve de bölge “gen koruması “ altındadır. Modern tıbbın ve sentetik ilaçların bu denli gelişmesine rağmen, bugün dünya nüfusunun %80'inin bitkisel ilaçlarla tedavi olması bitkilerin dünyanın önemli ilaç kaynakları olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda Kazdağı ve yöresi tüm dünya için önemli bir “ilaç deposu” dur.

Bölge göç eden kuşların ikincil göç yoludur.

Beni en çok çarpan verilerden biri de Kazdağı ve bölgenin Alp Dağların’dan sonra dünyanın en zengin oksijen kaynağı olması. Kazdağı ve bölge yılda 375.400 T / yıl oksijen üretiyormuş ve küresel ısınmaya neden olan karbondiyoksiti ise yılda 516.380 T/yıl şeklinde emilimini sağlıyormuş. Buradaki doğal dengenin bozulmasının küresel ısınmaya etkisini varın siz düşünün artık!

Bölgede hayvancılık dahil tarım sektörü ile yılda yaklaşık 8 Milyar Dolar gelir yaratılmaktadır. Bu gelir yaratılırken ilgili sektörlerde önemli rakamlarda istihdam sağlanmaktadır. Bölge ayrıca dünyada sayılı “eko turizm” merkezlerinden biridir.

Mitoloji’de Kazdağı ‘nın adı Ida ‘dır. Homeros’a göre Ida “ Bin pınarlı,çok pınarlı, hayvanı ve bitkisi bolca olan yer” demektir. Ve “Tanrıların evidir ”

Yunanlılar Kazdağı’na Ida-Ilyeda der ve tepesinin adı da Ayda’dır. Ayda, ilahların ve ilahelerin kutsal merkezidir.

Kazdağı aynı zamanda yerel halkın da kutsal merkezidir.

Zeus ve Ganymede , Afrodit ve Achies ile ilk Güzellik Yarışması efsanelerinin sahnesidir Kazdağı!

Paris’in huzuruna çıkacak üç tanrıça Kazdağı pınarlarında yıkanmıştır.

Afrodit’in güzel seçildiği güzellik yarışması Ida Dağı’nda dır.

Bölge uygarlığın temellerinin kurulduğu Troia’nın (Troy-Truva) ev sahibidir.

Troia’lı prens Aereo, Roma Kırallığını kuran kişi olarak kabul edilir.

Efsaneye göre Truva atının ağacı iki kıtanın göknarlarının evliliğinden doğmuş endemik Kazdağı Göknarı’ndan yapılmıştır ve bize rağmen bu göknar halen Kazdağı’nda yaşamaktadır!

Aristo’nun okulu humanizmin merkezi Kazdağı’ndadır.

Doğal, kültürel ve evrensel değerlerin , efsanelerin dünyadaki önemli merkezlerinden biridir Kazdağı ve yöresi!

Şimdi gelelim karşı karşıya olduğumuz tehditlere!

Öncelikli iki önemli başlık altında toplanıyor tehditler.

İlki “altın gümüş madenciliği”…
Madencilik aktiviteleri için 2.5 Milyar ton kayaç işlenmesi ve bu işleme için 7 Milyar ton su kullanılması planlanmaktadır. Bu bölgenin tüm yer altı yer üstü suyu demektir…Bu işlemler sırasında 400.000 ton siyanür kullanılacaktır.

2.5 Milyon bölge insanın temiz su kaynağı olan ve de yüzlerce köyün beslendiği dereler ve barajlar kirlenece ktir.

Duymuşsunuzdur bu hafta Çan’daki Küçük Çay deresi “mavi” akmaya başladı ve balıklar öldü! Bu çay dolaylı olarak Marmara Denizi’ne dökülüyor .

Özetle altın aramak için milyonlarca ton su kullanılacaktır ve başta siyanür olmak üzere kurşun civa arsenik gibi ağır metallerin suyun ve toprağın kirlenmesine neden olacaktır.

Çalışmalar sırasında kansorejen olan Radon gazı atmosfere yayılacaktır.

Milyonlarca zeytin ağacı ve ormanlık alan talan edilecektir.(Çok detaylı bir analiz var bu konuda ancak buraya alamadım)

Dağın bir çok noktasında 600 m geniştilkte ve 400 m derinlikte “cehennem çukuru” olarak isimlendirilen çukurların açılması planlanmaktadır. Bölgenin arazi yapısı engebeli olduğundan yüksek erozyon riski olduğunu raporluyor akademisyenler.

Sözkonusu işletmeler makine yoğun işletmeler olup önemli bir istihdam sağlanmayacağı gibi işletmelerin ömrü 8-10 yıl gibi çok düşüktür. Oysa bölge halkının % 50 si (750.000 kişi) tarım ile uğraşmaktadır. Tarım alanlarının direkt veya indirekt zarar görmesi, yerel halkın topyekun işsiz ve aşsız kalması anlamına gelmektedir.

Bahsi geçen düşük işletme sürelerinin sonucunda toplam 20 Milyar Dolar gelir elde edilmesi planlanmaktadır. Bölgenin on yıllık gelir beklentisi sadece tarım ve hayvancılık için yaklaşık 80 Milyar dolardır ki yeni yatırımlarla bu artarak devam edecektir.

İlgili bölge 1. Derece deprem bölgesidir ve bölgede yapılacak kazı ve siyanür depolamaları , işletmeler 8-10 yıl gibi kısa süreli ömrünü tamamlasa bile yukarıdaki riskler yerel yaşamı yüzyıllarca tehdit etmeye devam edecektir.

5/6/2004 Dünya Çevre Günü’nde çıkartılan 5177 sayılı “Yeni Maden Yasası” ile ağırlıklı uluslararası ve yerel şirketlerin maden arama şirketleri ruhsat almak için başvurmuştur Bir çok maden ruhsat almış durumdadır.

İkinci tehdit ise kömür bazlı “termik santraller”dir!

Kurulu olan dahil , bölgede toplam kurulum kapasitesi 8 MW olacak yeni termik santrallerin inşası planlanmaktadır.

Yakın ve orta vadede ülke ekonomisi için sözkonusu yatırımların çok boyutlu zararlara neden olacağı ortadadır. Çevre felaketleri, işsizlik, hastalık, bölge ve ülke ekonomisinde gelir düşmesi sayılabilecek zararlardan başlıcalarıdır.

Peki halk ve STK’lar ne diyor?

Yerel ve ülke çapında halk ve tüm STK ‘lar termik santrallere ve altın madenciliğine onay vermiyor!

Uluslar arası madencilik lobisinin çevre kanunlarının zayıf olduğu 3. Dünya ülkelerini hedef almakta olduğunu söylüyorlar. Maalesef ülkemiz de bu ülkeler içinde yer alıyor!
Halkımızı ve tüm dünya kamuoyunu ülkemizdeki hukukun felç olması nedeni ile, hazırlanan ÇED raporlarına itibar etmemeleri çağrısında bulunuyorlar.

Su hava ve toprak kirliliği ile insan yaşamı dahil tüm yaşamın ve mevcut ekonominin tehdit altında olduğunu söylüyorlar.

Önceliğin sürdürülebilir kalkınma değil sürdürülebir yaşam olmasını talep ediyorlar!
Şimdi kendi görüşlerimi ve önerilerimi paylaşıyorum sizlerle.

Bölgede madencilik ve termik santral yatırımı yapacak yerli ve yabancı şirketlerin, sadece yerel kanunlar nezdinde değil uluslar arası kanunlar ( insan doğa hayvan hakları dahil) çerçevesinde gündeme gelebilecek direkt/indirekt her türlü maddi bedeni ve manevi tazminat talepleri nezdinde sorumlu tutulması gerektiğini düşünüyorum. Zira yerel halk ve tüm STK’lar bu yatırımlara HAYIR diyor.

Gündeme gelebilecek olası tüm tazminat talepleri ile ilgili hiçbir hukuki zaman aşımı sınırının tanınmaması gerektiğini düşünüyorum.

Yukarıdaki her iki konunun yatırımcı şirketlere hukuki olarak bildirilmesini öneriyorum.

Şirketlerin, yatırım öncesi yaptıkları fizibilite /kar zarar raporlarının , doğal kaynak ve yaşam alanlarının uluslararası standartlarda “doğal sermaye değerlemesi “ yapılarak tekrardan hazırlanması halinde, sözkonusu yatırımların hiçte karlı yatırımlar olmayacağını düşünüyorum. Bu hesapların olası direkt/indirekt çevre kirliliği tazminatlarının da dikkate alınarak yapılması gerektiğini ve de ilgili raporların bu iki parametre dahilinde yeniden hazırlanması gerektiğini düşünüyorum.

Bölgenin ve Kazdağı’nın olası “fonksiyon kaybı” nın küresel ısınma nezdinde topyekun bir intihar eylemi olacağını düşünüyorum.

Özetle Biga Yarımadası Yöresine ve Kazdağı’na uzanan hoyrat eller sadece ülkemizin değil dünyanın geçmiş mirasına ve hepimizin geleceğine uzanmaktadır.

Sizleri Kazdağı’nın çığlığını duymaya davet ediyorum…

Yerel ve uluslar arası platformlarda açılacak imza kampanyalarına imza vermeye davet ediyorum…

Platformun sosyal medya ile Kazdağı’nın çığlığını tüm dünyaya duyurma ve uluslar arası kamuoyu yaratma çabasına destek olmaya davet ediyorum…

Diren Kazdağı-Forum Çanakkale ve Occupy Ida Mountain facebook sayfalarından mücadeleyi takip etmeye ve destek vermeye davet ediyorum…

Sizleri geçmişimize bugünümüze ve geleceğimize sahip çıkmaya davet ediyorum…

Diren Kazdağı!

Diren Dünya!

Sevgiyle,

5 Temmuz 2013 Cuma

İlk Seramik Sergim

Sergi fikri henüz çamur ile ilk tanıştığım 2011 baharında aklıma düşmüştü.

2013'de ilk kişisel sergimi yaparım belki demiştim! Öyle çok iddialı olduğumdan değil sadece hedef koymayı ve o hedefe yürümeyi sevenlerdenim...Kendimi böyle motive edebiliyorum belki de?

Hani bazı anlar vardır ya...

Saf bir arzu yola çıkar, doğru zaman ve yerde gerçekleşmek üzere...

İşte Mayıs 2013^de bu arzum gerçekleşti.

Amatör ruhla hazırlanan eserlerimi paylaşmak istedim dostlarla bu sergi ile.

Ve de İstanbul'dan ayrılmadan önce biraraya gelme fırsatı olacağını düşündüm bu serginin.

Çalışmalarımı yaptığım Fenerbahçe Stadı arkasındaki Atölye Macha'da yaptık sergiyi de.

"Çamur  ile Çivinin  Dansı" oldu serginin adı !

Zıtlıkların birliğine ve dansına öykündüm bu metafor ile.

Sergideki eserlerin yarısı 2012 Eylül ile Mayıs 2013 arası çalışmalardan oluşuyor.

Cumartesi günleri oğulcuklar kursta iken ben koşa koşa atölyeye gidiyordum.

Ve atölyede 5 ila 10 yaşarası çocuklarla birlikte aynı mekanda çalışıyorduk.

Minik dostlarım oldu bu zaman zarfında.

Birbirimizin yaşamlarına dokunduk, eğlendik, ürettik,dans ettik, şarkı söyledik.

Belki yaşam bana birşey anlatmaya çalışıyordu diye düşündüm zaman zaman.

Çocuklarla seramik çalışmak arzusu belirdi içimde o zamanlarda.

Muhteşem olan o ki şu anda bu arzum da gerçekleşiyor.

Yerel bir STK 'nın çevre ilçelerde organize ettiği seramik atölyelerine katılacağım gönüllü öğretmen olarak.

İlk etkinliğimiz 14 Temmuz'da ve 30 çocukla çalışıyor olacağım.

Oğulcuklar da bana asistanlık yapacak!

Öncelikle çalışmalarımda bana destek olan Atölye Macha 'daki öğretmenlerim Sevda ve Nilüfer'e çok ama çok teşekkür ediyorum.Tüm yoğunlukları içinde sabırla beni beslediler, yonlendirdiler,desteklediler...

Sergime gelen tüm dostlara da ayrıca teşekkür etmek isterim. Varlığınızla başka bir gün oldu o gün!

Şimdi sergi anından bazı görüntüleri paylaşacağım sizlerle.


Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir

Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir

Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir

Şimdi de bir kaç yeni eseri paylaşıyorum...

Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir
 
Çamur  ile Çivinin  Dansı Seramık Sergısı - Funda Erdemir

Sevgiyle,

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Budha' nın Kuşu

Uzun yıllar önce bir Hint çizgi romanda okumuştum aşağıdaki hikayeyi.

Budha, o zamanki adı ile Sidharta genç bir prenstir ve arkadaşı ile ormanda oyun oynamaktadır.

                             

Arkadaşı çeker oku ile bir kuşu vuruverir.

Sidharta bunun yanlış olduğunu söyler ve hemen kuşu alıp iyileştirmeye çalışır.

Kısa bir süre sonra kuş iyileşir ve arkadaşı gelip kuşu ondan ister.

"Kuşu ben buldum, yakaladım. O benimdir." der.

Sidharta buna itiraz eder ve "Krala danışalım hakemliği için." derler.

Arkadaşı olayı ve argümanını anlatır krala.

Kral Sidharta'ya döner ve onun görüşünü sorar.

Sidharta'nın açıklaması çok çarpıcıdır!

"Arkadaşımın anlattıkları doğrudur ancak bir canlı, onu öldürmeye mi çalışana aittir yoksa onun yaşamını kurtaran yaşatan kişiye mi aittir?"

Elbetteki kuş Sidartha'nın olur.

Şimdi geleceğim nokta o ki , doğanın parçası olan tüm toprak , ağaç, su, deniz, hayvanlar özetle yeryüzünün varlıkları onları kirletip yok edip yağmalayanlara öldürenleri mi ailltir yoksa onları ne pahasına olursa olsun onları korumaya yaşatmaya çalışanlara mı aittir?

Cevap açık değil mi?

Magna Carta 'yı hepimiz biliriz. Özgürlük Şartı olarak bilinen bu şartın ayrı bir bölümü daha varmış. Carta de Foresta. Yani Ortak Varlıklar Şartı.

Netten araştırmaya çalıştım biraz.

Anladığım o ki bir krallıkta örneğin orman herkese ait. Köylü hayvanını otlatabiliyor örneğin ormanda. Ya da yan ürünlerden yararlanıyor. Kral o bölgenin yönetiminden sorumlu ancak varlıklar ortak kullanılıyor.

Ancak birkaç yüzyıl önce  kapitalizm ile birlikte ortak malların özelleştirilmesi  sonucu bu şart yok sayılıyor...

Göğü Delen Adam isimli bir kitaba başladım bugün. Yerlilerin gözü ile beyaz adam anlatılıyor.

Beyaz adam , sahiplenme ve tüketme güdüleri ile zehirlenmiş bir varlıktır yeryüzünde. Hastadır!

İşte belkide kanımızdaki ruhumuzdaki zehirlerden arınma ve iyileşme vaktidir gelen...

Carta de Foresta 'nın yerel ve uluslararası arenada yeniden tanınmasını talep etmeliyiz diye düşünüyorum...

Ortak varlıklar tüm insanlara aittir!





xxx



30 Haziran 2013 Pazar

Geçmişin Gölgelerinden Özgürleşmek

Çok ama çok ince bir çizgide yürünmeye başlandığını hissediyorum.

Zemin kaybedilebilir.

Destek yitirilebilir.

Baskıcı sistemin de istediği bu zaten.



Bu yazıyı lütfen tüm sıfatlarınızı alt kimliklerinizi bir kenara koyarak okuyun. Sadece vicdan sahibi bir insan olarak!

Yaklaşık 4-5 gündür sosyal medyada gördüğüm bazı yazışmalar gerçekten beni kaygılandırdı.

Bir insanın acılarından yani geçmişinden özgürleşebilmesi ile bir toplumun geçmişinden özgürleşmesinde benzerlikler buluyorum.

Geçmişimizden özgürleşebilirsek ancak yeni bir sayfa açabiliriz . Bu hem bireysel yaşamımız hem de toplumsal yaşamımız için geçerli bana göre.

Bu bağlamda geçmişi konuşmak tartışmak acıları duyguları ifade etmek iyileşmek ve geçmişten özgürleşmek için kesinlikle gerekli.

Ancak bir noktadan sonra yaşanmışlıkların tekrar tekrar ifadesi , tıpkı bireysel yaşamda olduğu gibi acıya yeniden tutunmak anlamına geliyor. Acının transından bir türlü çıkamamayı  anlatıyor. Geçmişin gölgelerinde yolunu kaybetmek oluyor yaşanan...

Ayrıca özellikle  geçmiş yaşanmışlıklarla ilgili söylemlerin Gezi Hareketi içindeki grupları sorumlu tutar uslup alması çok tehlikeli. Harekete zarar verir birliği bozar.

Şimdi kabul edelim hiç birimiz masum değiliz!

Olmuş olmakta olan ve olacak olanların gayet farkındayız.

Ortaokulda iken köy enstitülerinde okumuş çok değerli bir hocam vardı. İlk görev yıllarını doğudaki illerde geçirmişti. Köylünün hali acınacak durumda derdi. Asker gelir bir tokat atar dağdan eşkıya gelir bir tokat atar. Olan halka köylüye olur!

Üniversite yıllarında Kürt arkadaşlarım oldu. Annesi ile Kürtçe konuştuğu için (başka dil bilmiyor annesi ) bir hafta ceza alan öğrenciler, Hakkari 'ye ilk açılan devlet binasının hapishane olması gibi,  ağır yaşanmışlıkların yanında görece daha hafif ama insan psikolojisinde travmalar yaratan çok hikayeler dinledim.

Sivas'ı hepimiz biliyoruz. Acısını hepimiz yaşadık, ağladık acizlik içinde ve lanet okuduk karanlığa.

Benzeri şekilde teröre onbinler verdi bu ülke!

Bugün Türk Kürt Alevi Sünni Kemalist Anti Kemalist Kapitalist Komunist kadın erkek her ne sıfat veya alt kişilikle kendimizi tanımlıyorsak inanın herkes kendi adına acıdan hissesine düşeni yaşadı ve bedel ödedi.

Şimdi geçmişin gölgelerinden özgürleşmek, acıyı bırakmak ve yeni şeyler söyleme vaktidir birlik içinde.

Bireyin kendi geçmişten özgürleşebilmesi için herkesi herşeyi ve kendisini affetmesi gerekir der bilenler.

Affetmek yapılanı unutmak ya da onaylamak değildir. Tam tersi!

Sadece yapılanın üzerimizdeki etkisinden özgürleşerek (transından hipnosundan özgürleşmek) yeni şeyler düşünebilmek yeni söylemler geliştirebilmek ve yeniye yürüyebilmektir affetmek.

Şimdi 10.000 kere Sivas katliamı görüntülerini izlemek bana göre geçmişin gölgelerini güçlendiriyor. Öfkeyi nefreti besliyor. Ayrılığa hizmet ediyor!

Keza sosyal medyada direnişin ilk günlerinde birlikte yürüdüğümüz gruplara saldırılar başladı.

İktidarın zulmedenin baskıcı sistemin  işine geliyor bu.

Geçmişin gölgeleri üzerinden bugünün ve yarının politikalarını yaratmaya çalışanlar malesef çok ağır hüsrana uğrayacaklardır. Çünki yeni dünyada buna yer yok!

Gençlerimize yürüdükleri yolda duruşumuz ve söylemlerimizle  ihanet etmeyelim lütfen.

Onların yolundan çekilelim.

Gelmekte olanın önünde engel olmaktan vazgeçelim.

Bakın yeryüzünde iki tür insan var artık.

Homosaphiens'ler ve yeni insan olarak tanımlanan Homo Novus'lar (Geleceği Hatırlamak, Kuraldışı)

Biz acıyı korkuyu ayrılığı yokluğu bilen eski insanız.

Yeni insan ise sevgi cesaret birlik bolluk bilinci ile adım atıyor yeryüzünde.

Yeni insan olan gençlerimizin düşü farklı!

Onlar Yeni Dünya'ya ait...

Bırakalım onlar düşlerini gerçekleştirsin.

Biz eskiler ise onların yanında eskiye ait baskıcı sistemin oyunları hileleri taktikleri gibi konularda onlara destek verebiliriz. Biz eski dünyayı ve onun maskelerini çok iyi biliyoruz zira!

Özetle diyorum ki Gezi Hareketi'nin içindeki grupların her biri kendini pozisyonlandırmaya çalışırsa ve/veya geçmişte ait oldukları  ideolojilerin etkisi altında hareketi bir yerlere çekiştirmeye çalışırlarsa  bölünme olur ve hepimiz kaybederiz.

Geçmişin göglerinden sıyrılmanın yolu , tüm sıfatlarımızdan tüm alt kimliklerimizden ve tüm "izm" lerden özgürleşmek ile olacaktır..Çünki yeni dünya böyle bir dünya!

Ancak o zaman biz yeni insanın yanında onunla aynı ülküyü paylaşarak yürüyebileceğiz.

Kendi içimizde bütünlüğümüzü sağyalabildiğimiz ve tüm renkleri kucaklayabildiğimiz zaman ancak düşlediğimiz yeni dünyaya uyanıyor olacağız...

Bugün hem Türk'üm hem Kürt'üm, hem Sünni'yim hem Alevi'yim , hem dindarım hem ateistim, hem kapitalistim hem komunistim, hem kadınım hem erkeğim, hem çocuğum hem yetişkinim, hem heteroseksüelim hem homoseksüelim, hem beyazım hem siyahım, hem kemalistim hem anti kemalistim, hem askerim hem sivilim diyebilme gündür!

Ancak o zaman tüm bu alt kimlikler üzerimizden dökülecek tüm renkleri sesleri görüntüsü ile sadece ve sadece insan olabileceğiz!

Sevgiyle





28 Haziran 2013 Cuma

Shamanic Workout Now!

As we all know the nature is under attack by the wild capitalist companies in all over the world.

Just like Avatar film!

All the elements, parts and pieces of the nature have to be awakened and invited for the freedom fight on the earth!

                                

You can give a hug to giant trees or all the trees in your territory and say " I love you Thank you for your being and please forgive us"...

Similarly you can tell these words to the water in shape of sea, ocean,river, lake...Please see Dr Emoto's studies about water!

And surely mountains have to be awakened in this way!

The ancient knowledge will be awakened in them!

This is a shamanic workout and all we can take part in it!

It is time to choose whether we are protector or destroyer...

The earth will response to us according to our choice...

It is an urgent call!

With love

Şamanik Çalışma Hemen Şimdi!

Ayşe Hür'ün Radikal Gazetesi'ndeki "Tarihin nakşedildiği anıt ağaçlar" isimli yazısıını aşağıda aynen paylaşıyorum.



Anıt Ağaçlarımızı tespit ederek bir ANIT AĞAÇ HARİTASI yapılmasını  ve direnişçi gençlerimizle paylaşılmasını öneriyorum. Eğer varsa böyle bir çalışma ilgililerin bunu Taksim Dayanışması ile paylaşmasını rica ediyorum.

Bu ağaçların başında nöbet tutarak onları korumaya almamız gerektiğini düşünüyorum.

Kızılderili 'ler ağaçların tarihi geçmişi bilgiyi kayıt altına aldığına inanırlar. Tarih ve kültür ağaçlarda saklıdır.

Ağacın bilgisini yani geçmişimizi kimliğimizi emperyalistlere vermeyelim!

Avatar filmi canlı olarak bu topraklarda beden buluıyor sanki...

Doğanın yeryüzünün tüm güçlerini elementlerini öğelerini uyandırmalı yardıma çağırmalıyız...

Anıt ağaçlar başta olmak üzere ağaçlara sarılıp "Seni seviyorum, teşekkür ederim, lütfen bizi affet" diyelim.

Aynı söylemi deniz, göl , ırmak gibi tüm su bulunan yerlerde "suya" yönelik yapabiliriz.

Bu çalışma  Japon biliminsanı Dr Emoto'nun bizzat  su ile yaptığı deneysel olarak çalışmalarda da vardır. "Suyun Mucizesi "isimli kitabı öneriyorum.

Keza tüm dağlar için de aynı çalışmayı yapabileceğimizi düşünüyorum.

Kodlarımızda dağ, ağaç ve ırmaklarlai iletişime geçebilen bir kadim /bilgelik olduğuna inanıyorum.

Bu kodu aktive etme zamanı gelmiştir dostlar!

Acil aksiyon almamızı öneriyorum...

Herkes bulunduğu bölgedeki anıt ağaçlarla, su  ve dağ ile iletişime geçerek yukarıda aktardığım çalışmayı gerçekleştirebilir.

Bu şamanik bir çalışmadır!

Ve biz bunu gerçekleştirebiliriz...

Sevgiler

"Son üç günüm, Taksim-Gezi Parkı’ndaki ağaçları sökümden kurtarmak için başlatılan toplumsal eylemlerde geçti. Defalarca biber gazı teneffüs ettim, boğulma tehlikesi geçirdim. Ancak yine de şanslıydım. En azından binlerce başka kişinin başına geldiği gibi dayak yemedim, kafama gaz kapsülü isabet etmedi, panzerin altında kalmadım, kolum kopmadı ve bu sayede bu haftaki yazımı yazmam mümkün oldu. Elbette üç günlük sürekli eylemlilik hali yüzünden, size layık kalitede bir yazı ortaya çıkaramamış olabilirim. Bu yüzden peşinen affınızı diliyorum.
Başbakan’ın 1940’ta yıktırılan ‘Topçu Kışlası’nı ihya etme kisvesi altında AVM ve rezidans yapma planını açıkladığı günlerde kaleme aldığım ‘Menderes ve Erdoğan’ın Jakoben Belediyeciliği’ (Radikal, 4.11.2012) yazımda Taksim Meydanı’nın, Topçu Kışlası’nın tarihçesini anlatmıştım. Yıkılan kışlanın bıraktığı boşlukta kurulan ve Taksim Gezi Parkı diye bilinen 38 bin m2’lik yeşil alan, uluslararası şehircilik ve mimarlık tarihinin tanınmış isimlerinden, şehirci- mimar Henri Prost tarafından 1939-1942 yılları arasında törensel ve anıtsal bir alan olarak tasarlanmış. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün adına atıfla İnönü Gezisi diye adlandırılan park, daha sonraki dönemlerde Taksim Gezisi olarak bilinmiş. İstanbul I No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu parkı, 1993’te ‘kentsel sit alanı’ ilan etmiş. Her geçen gün yatay ve dikey betonlaşma ile katledilen İstanbul’un nadir yeşil alanlarından biri olarak büyük öneme sahip olan Gezi Parkı’nın kaderi, hükümetin büyük bir gaddarlıkla ezmeye çalıştığı toplumsal hareketin başarısına bağlı görünüyor.

Bir ‘meyve bahçesi’ olarak İstanbul
Gelin ‘Gezi Direnişi’nin başarılı olmasını beklerken, ağaçların tarihinde küçük bir gezinti yapalım.
“…Eskiden gaddar ve savaşçı olan Türkler, Asya halklarına özgü tatlı ve sakin bir yapılanma gösteriyorlar artık... Türkler, ağaçlara da saygı gösteriyorlar… Ağaç kesmek kadar kaçınılan başka şey yok.”
Bu satırlar 1784 Haziranı’nda İstanbul’da bulunan Leh soylusu, dilbilimci, tarihçi, mucit Jan Potocki’ye ait. Bugünü düşününce, şaka mı yapıyor diyor insan ama benzer sözleri ‘Le Corbusier’ namlı ünlü Fransız mimar Charles-Edouard Jeanneret de sarf etmiş. 1911’de Edirne, Bursa ve İstanbul’u kapsayan gezisinden sonra şöyle demiş Le Corbusier: “...İstanbul’un çehresini hatırlatan acele ile çizilmiş krokileri hâlâ saklıyorum. Ne güzel renkli ve canlı bir şehriniz var… İstanbul bir meyve bahçesidir, bizimkiler ise taş ocakları!..” Le Corbusier yaşasaydı da neresi ‘meyve bahçesi’, ‘neresi taş ocağı’ olmuş görseydi!
Le Corbusier’in bahsettiği ağaçlar muhtemelen bildiğimiz sıradan ağaçlar. Bir de ‘anıt ağaçlar’ var. ‘Anıt ağaç’, bir ağaç türünün, var olan diğer örneklerine oranla yaş, çap, büyüklük ve görünüm açısından çok daha farklı boyutlarda bulunan ağaçlara deniyor. Anıt ağaçlar, bilimsel açıdan değerli oldukları kadar, tarihsel, kültürel ve estetik açılardan da çok önemli. Anıt ağaç olmak için çok yaşamak gerekiyor. Yaşarken de pek çok olaya tanıklık etmeleri kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla kiminin aşağıda hikâyesini anlattığım ‘Yeniçeriler Ağacı’ ve ‘Vak Vak Ağacı’ gibi kanlı öyküleri, kiminin İstanbul-Bebek’teki ‘Manolya Ağacı’ gibi romantik çağrışımları, kiminin Beydağı’nı süsleyen ‘Mengerli Çınarı’ gibi hüzünlü hikâyeleri var. Kiminden Bolu’daki ‘Uşaklı Can’ gibi mucizeler yaratması bekleniyor, kimi Domaniç’teki ‘Çoban Murat Çamı’ gibi mistik duygular uyandırıyor. Kimi Küçük Çamlıca Tepesi’ndeki ‘Âşıklar Çınarı’ gibi aşıklara yuva oluyor, kimi Bursa Orhan Camii avlusundaki ‘Eskicibaba Çınarı’ gibi şairlere ilham veriyor. Gezi Parkı’ndaki 70’lik ağaçların altında yatan âşıkların, evsizlerin hikâyesini yazan da vardır elbet...

Elmalı Hazineleri
Türkiye’de yaşları 400 ile 2 bin arasında değişen 100 anıt ağaç kaldı. Bunların başında Batı Toroslar’daki Elmalı ilçesinin Çığlıkara bölgesindeki ‘Aslan Ardıç’, ‘Koca Katran’, ‘Koca Sedir’, ‘Dibek Sedir’, ‘Koç Sedir’, ‘Şah Ardıç’ ve ‘Katil Sedir’ gibi adlarla bilinen dev ağaçlar grubu geliyor. Bunlardan ‘Koca Sedir’ tam 2 bin yaşında. Uzmanlar çok canlı olan bu anıt ağacın eğer bir felakete maruz kalmazsa, en az 500 yıl daha yaşayacağını umuyorlar. Yine aynı bölgedeki Çığkuş mevkiinde, 2 bin yıldır 2200 metre yükseklikten dünyayı selamlayan yarı ölü ardıç ağaçlarının birçoğu da anıt ağaç niteliğinde. Bu ağaçlara Elmalı Hazineleri adı boşa verilmemiş.
Diğer anıt ağaçların hepsinin adını saymaya yerimiz yetmez ama hiç olmazsa bazılarını anabiliriz: Hatay-Samandağ’daki Musa Köyü’ndeki Mersin Kepirli Köyü’ndeki 3 bin yıllık ‘Ulu Çınar’, Bursa’da Osmanlı Devleti’nin kuruluş mitolojisinin parçası sayılan ‘Baba Sultan Çınarı’, Bursa Uludağ yolundaki 600 yıllık ‘İnkaya Çınarı’, İznik’teki 550 yıllık ‘Topkapı Çınarı’, İstanbul Kemerburgaz yakınlarındaki 7 metre çaplı gövdesi ile ‘Pirinçci Kavağı’, Uşak-Tepedelen’deki ve Kütahya-Tavşanlı’daki karaçamlar, Karaman’da Ketane Camii’ndeki pelit ağacı, Mersin-Gülnar Babadıl mevkiindeki ve Muğla-Dallı mevkiindeki serviler, Kütahya-Kumarı Köyü’ndeki hâlâ meyve veren bin yıllık kestane ağacı, Gülnar-Delikkaya yolundaki 2.5 metre çaplı gövdesiyle ‘Koca Çatal Çamı’, Bolkar Dağları eteğindeki Kadıncık Vadisi’nin kuzeyindeki 1107 yaşındaki ‘Ana Ardıç’ ile Cocakdere Vadisi’ndeki 900 yaşındaki ardıç ve 625 yaşındaki 40 metre boyundaki, 7.5 metre çaplı koca katran ağacı, Silifke-Gülnar yolu üzerinde birbirine sarılmış iki ağaçtan oluşan Bitişik Ağaç, Erdemli-Küçükfındık arasındaki porsuk ağacı, Eskişehir-İnönü’deki ‘Kepez Saçlı Meşesi’, yine Eskişehir-Seyitgazi’deki ‘Piribaba Meşesi’ ve ‘Keramet Dutu’, Antalya-Keme’deki ‘Gedelma Çınarı’, Hatay-Dursunlu’daki ‘Onat Çınarı’, İzmir-Menemen’deki ‘Dede Menengici’…

Modernite kurbanları
Anıt ağaçlar arasında çınarların özel bir yeri var. Latince ismiyle Platanus orientalis, yani Doğu Çınarı, Türkiye’nin Orta Anadolu hariç hemen her yerinde bulunur. Bunların bir kısmı insanlara değil belki ama yıllara, hatta asırlara meydan okur. Gövdelerinde oluşan kocaman kovuklara rağmen ölüme direnirler ve serin gölgeler oluşturmaya devam ederler. Örneğin bir zamanlar İstanbul’da Suriçi denilen tarihi bölgede dev çınarlar ve atkestaneleri yükselirdi. Bunların bir kısmı ömürlerini tamamlayarak, bir kısmı ise insanoğlunun hoyrat eliyle yok edildi. En büyük ağaç katliamlarından biri, Menderes’in 1957-1958 yılları arasındaki ‘Jakoben imar faaliyetleri sırasında yaşandı. Daha sonra kentin her genişlemesinden, her modernleşmesinden ağaçlar nasibini aldı.

Vak Vak Ağacı’nın Öyküsü
Eyüp Sultan Camii’nin iç ve dış avlularında Fatih Sultan Mehmed ile III. Selim tarafından dikilen dev çınarları seyrederken ya da Kadıköy Osman Ağa Camii’nin avlusundaki çınarın kitabesini okurken insanın içine garip bir duygu dolar ama bunun adını koymak zordur. Bazı çınarların hikâyesi ise çok kanlıdır. Örneğin Ayasofya ile Sultanahmet Camii arasında bulunan ‘Kanlı Çınar’ bunlardan biridir. Çınarın adını veren olay 1648’de geçer. Sultan İbrahim’i tahtından indirmek için ayaklananlar, ilk önce sadrazam Ahmet Paşa’yı yakalarlar ve Sadrazam Sofu Mehmed Paşa’nın Şehzadebaşı’ndaki konağına götürürler. Mehmed Paşa tüm malını mülkünü bağışlaması koşuluyla hayatını kurtarmayı önerince, Ahmet Paşa sevinçle teklifi kabul eder ama boynunu, Cellât Kara Ali’nin yağlı kemendinden kurtaramaz. Bir beygire bağlanan Ahmet Paşa’nın cesedini sürükleye sürükleye Sultanahmet Meydanı’na getirenler bizim çınarın altına bırakırlar. Ama asıl felaket burada başlar. Yeniçeri kıyafetine bürünen bir eşkıyanın, “insan yağı, mafsal ağrılarına iyi gelir!” diye etrafa haberler uçurması üzerine zavallı sadrazamın cesedi, parça parça edilip beşer onar akçeye satılır. İşte bundan böyle Ahmed Paşa ‘Hezarpare’, ‘yani ‘bin parça’ diye anılmaya başlar.

Çınar Vakası
Kanlı Çınar’ın şahit olduğu ikinci olay ise Girit’ten dönen yeniçerilerin dağıtılması âdet olan ‘ulufe’ denilen paralarını alamadıkları için isyan çıkarmalarıyla başlayan kalkışmadır. En şiddeti olayların 4-14 Mart 1656 günleri arasında yaşandığı ancak 9 Mayıs 1656’ya kadar süren olayların başlangıcında sarayın önüne büyük bir kalabalık toplanır, asiler idamını istedikleri kişilerin listesini Padişah IV. Mehmed’e verirler. Padişah Kızlar Ağası’nı, Kapı Ağası’nı, musahibini derhal boğdurtup cesetlerini duvarın üstünden isyancıların ortasına attırır. Ancak gözü dönmüş asiler cesetlerin başlarını keserek bizim Kanlı Çınar’ın dallarına asarlar. Aylarca bu feci manzarayı seyreden halk büyük bir dehşete kapılır. İstanbullular, dalları insan kafasıyla dolu bu ağaca, bir benzetme sanatı yaparak, cehennemin meyveleri insan başı olan ünlü vakvak ağacından ilhamla, ‘Şecere-i Vakvak’ ya da ‘Vakvak Ağacı’ adını verirler. Olay da tarihe ‘Çınar Vak’ası’ diye geçer.
Ama çınarın başına gelenler bitmez. Yıl 1826’dır. II. Mahmud, başıbozuk Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir. O zamanki adıyla At Meydanı’nda, bugünkü adıyla Sultanahmet Meydanı’nda ele geçirilen yeniçeriler, Sultanahmet Camii’nin mahfilinin altında bulunan taş odada boğdurulur ve cesetleri meşhur çınarın altına sürüklenir. Ağacın dalları, sanki meyve yerine insan vermiştir. Şair İzzet Molla bu manzarayı tasvir için bir de beyit düzer: “Bir zaman ehli fitne cami-i Han-ı Ahmedde/Bigünah asmış iken kullarını hallâkim/Şimdi erbab-ı şekanın dökülüp kelleleri/Meyve vaktine yetiştik secere-i vakvakın.”

Yeniçeriler Çınarı
Tayyarzâde Ahmed Atâ Bey’in (1810-1877) Atâ Tarihi’nin (Enderun Tarihi de denir) birinci cildinde anlatılan bir hikâyeden bildiğimiz bir başka ünlü çınar ise Yeniçeriler Çınarı’dır. Tarihi Fatih dönemine (1451-1481) kadar götürülen bu koca çınar, Topkapı Sarayı’nın Birinci Avlu’sunda, şimdiki Arkeoloji Müzesi’ne inen yolun başında, Darphane-i Amire’nin köşesinde yüz yıl kadar öncesine kadar heybetli vücuduyla ayakta kalacaktır. Çınarın gölgesinde her daim resmi giyimli yeniçeri ortaları sıralandığından olsa gerek, avluya bir dönem, Avrupalı seyyahlar “Yeniçeriler Avlusu”, çınara da “Yeniçeriler Çınarı” demişlerdir. O dönemlerde sık rastlandığı anlaşılan ‘ağaç altında oturan Yeniçeri’ manzaraları, İstanbul’un ilk fotoğraflarına konu olmuş, kartpostallara resimleri konmuş, seyahatnamelerde ve başka yerlerde adı geçmiştir. Bu çınardan bahseden seyyahlar arasında 1875 veya 1876’da İstanbul’a gelen İtalyan seyyah Edmond de Amicis, 1893 senesinde İngiliz Sefâreti’nde kâtiplik yapan oğlunu görmeye gelen Georgiana Max Müller de vardır.

Zincirli Selvi
İstanbul-Fatih’teki Kocamustafa Paşa Camii’nin avlusundaki ‘Zincirli Selvi’nin hikâyesi ise şöyle: Rivayete göre selvinin üzerinde bulunan zincir, altından borcunu inkâr eden biri geçerse hareketlenirmiş. Böylece alacağını tehsil edemeyenler, Kadı’ya ‘Zincirli Selvi’yi şahit gösterirlermiş. Ağacın yanındaki mezarın ise Hz. Hüseyin’in kızları Fatma ve Sakine’ye ait olduğuna inanılırmış. Kızların İstanbul’a nasıl geldiği ise muamma. Bazılarına göre Hüseyin’in katili Yezid, kızları Bizans İmparatoru IV. Konstantinos’a cariye olarak göndermiş. Bir rivayete göre ise kızlar Mısır’a gönderilirken gemileri korsanların eline geçince esir olarak İspanya’ya götürülmüş. İspanya Kralı da kızları imparatora hediye etmiş. ‘Tahire-i Muhteremeler’ diye isimlendirilen bu iki kardeşin nereye gömüldüğü bilinmiyor ancak İstanbul’un fethinden sonra Sümbül Sinan Efendi bazı rivayetlere dayanarak Zincirli Selvi’nin yanına bir mezar yaptırmış, yanına da bir Bektaşi Tekkesi kurmuş. Bu tekke II. Mahmut döneminde elden geçirilmiş ve ünlü hattat Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin talik yazılı bir kitabesiyle süslenmiş.

Büyükdere Çınarı
19. yüzyıla ait bir gravürden bildiğimiz bir başka ulu çınar ise bir zamanlar İstanbul- Sarıyer’de, Büyükdere Çayırı’nda yaşamıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ya bir yıldırım yüzünden ya da altındaki çay ocağında çıkan yangında yok olan‘Büyükdere Çınarı’nın altında I.Haçlı Seferi komutanlarından Godefroy de Bouillon’un 1096’da karargâh kurduğu rivayet olunur. Bu nedenle çınara Batı kaynaklarında ’Platane de Godefroy Bouvillon’ denilmiştir. Yine kaynaklara göre II. Mahmud sık sık gittiği Büyükdere Çayırı’nda, bu çınarın altında oturup Yeniçerilerin oynadığı Tomak oyununu seyredermiş. Ayrıca dönemin ünlü musiki üstatları çınarın altında konserler verirmiş…
Evet, anlatacaklarımız bitmedi ama yerimiz bitti. Ağaçlarla dolu bir dünya dileğiyle hepinize iyi pazarlar…

26 Haziran 2013 Çarşamba

Gezi Depremi Sonrası

Üniversiteden bir arkadaşım ile konuştuk geçen gün.

Ateisttir kendisi ve de iş yaşamında 25 senedir dini bütün biri ile başarılı bir  ortaklığı vardır.

Başarısının sırrını her iki tarafın birbirini olduğu gibi kabul etmesi ve saygı duymasına , karışmamasına bağlamıştır hep.

                                       

Geçenlerde ortağı gelip ona " Körü körüne sorgulamadan ne çok şeye inanmışım yıllarca. Bakış açılarım değişiyor." demiş.

Aklıma  Anti Kapitalist Müslümanların sözcüsü İhsan Eliaçık'ın bir beyanı geldi.

Elinde bıçakla insan boğazlayan müslümanlar ile minik kedilerin olaylar sırasında zarar görmesine ağlayan insanları görünce içinde "depremler" olduğunu iletiyordu.

Evet ! Gerçekten de hepimizin  içinde depremler oluyor. Eski paradigmalar yerle bir oluyor.

"Gezi Depremi" hepimizi sarstı ve sağcı solcu ateist dindar komunist çevreci heteroseksuel transseksuel demeden hepimizin eski paradigmaları birer birer  çöktü!

Eski dünya soluyor  geriliyor yok oluyor ve yeni dünya ışıldıyor hepimizin bilincinde.

Evet kesinlikle bakış açılarımız değişiyor, çünki bilincimiz evriliyor!

Hani yaşarken ölmek derler ya! Aynen ölüp yeniden diriliyoruz bu günlerde. Hem de sıkça!

İçimizde şiddetli depremler olurken  aile bireylerimiz komşularımız iş arkadaşımız eşimiz dostumuz sevgilimiz çocuğumuz yani çevremizdeki tüm insanlarla daha çok uyum , diyalog ve  dayanışma içinde olmaya ihtiyaç duyduğumuzu hissediyoum.

Her zamankinden daha çok birbirimize sarılmaya ,dokunmaya,  dinlemeye, anlamaya, empati kurmaya, destek olmaya , kabul etmeye ihtiyacımız var bu özel dönemde sanki.

Birbirimizi gerçekten görmeye ve dinlemeye!

Avatar filminde vardı hani "I see you!" diyordu Pandora'nın yerlileri.

Tüm bu yukarıda saydıklarımın iki sözcükle ifadesi bu bence.

"Seni görüyorum!"

 Sevgiyle,




Halk Forumları Üzerine


Nerede Yapılmalı?

Bulunduğum şehirde iskele meydanında yapılıyor forum.



Forumun parka alınması doğrultusunda da bir görüş var ki kesinlikle katılıyorum!

Radikal Gazetesi Ayşe Hür 'ün "Tarihin nakşedildiği Anıt Ağaçlar" isimli yazısı son derece önemli bence.

Mutlaka hepimizin okuması ve paylaşması gerektiğini düşünüyorum.

Önemli toplumsal olayların parklarda ya da anıt agaçların yakınında gerçekleştiğini anlıyoruz.

Kızılderililerin atasözü aklıma geliyor.

"Ağaçlar kanun yapıcıdır."

Ne olursa olsun parklarda toplanılmalı diye düşünüyorum.

Forumlara ilk günden beri katılanların organize olarak ilin ilçelerin kasabaların köylerin anlayacağınız tüm ülkenin tüm parklarına belirli bir zaman periyodu içinde zincirleme olarak yayılmasını ve aralarında iletişimin kurulmasını öneriyorum.

Komşunu da Al Gel!

Önümüz yaz evler sıcak!

Herkes forumlara giderken bir kaç komşunu davet edebilir.

Bu şekilde aynı vicdana ve hayale sahip insanlarla tanışık olacağız mahallelerimizde...Bu çok önemli birbirimize sahip çıkmak ve mahalle baskısına karşı bir hareket / oluşum / ruh yaratmak adına diye düşünüyorum.

Ben yarın akşamki foruma bir anne ve 3 genç kızı ile gidiyor olacağım ve çok heyecanlıyım!

Birlik Ruhu Oluşturmak Üzerine

Birlikte ağlayabildiğimiz gibi birlikte gülebilmektir aynı zamanda bizleri birleştiren.

Sadece sorunları acıları paylaştığımız bir platform olmamalı diye düşünüyorum forumların.

Dans edip şarkı söyledikçe yüreklerimiz birbirine açılacak ve göreceğiz derinlerimizdeki içtenliğimizi .

Tıpkı Gezi 'de olduğu gibi!

Bulunduğum şehirde halk oyunları gösterisi yapılacak yarın akşam. Hatta bir de hafif piknik yapılması planlanıyor. Herkes birşeyler getirecek birlikte yiyecek içecek şarkı söyliyecek dans edeceğiz !
Daha çok insanın katılacağına ve devamlılığın tesis edilebileceğine inanıyorum bu şekilde.

İçerik Üzerine

Çeşitli yerlerde yazılıp çizilmiş bir konu. Her gün forum açılırken herkesin farklı düşünceleri olabileceğinin ve herkesin konuşma hakkının olduğunun ve birbirimize söz kesmeden saygı ile dinlememiz ile ilgili çerçevenin belirlenmesini önemsiyorum.

Keza halk güncel olarak tüm ülkedeki durumdan tam olarak haberdar değil hala.

Bir nevi açılışlarda ülkede olup biten olayların kısa bir özeti ile girilebilir foruma.

Canlı Radyo gibi sanki! Hani sabahları gazete başlıkları okunuyor ya...

Sağlıklı kesintisiz bilgilendirme yapmak için ideal ortamlar forumlar ve bu mutlaka değerlendirilmeli diye düşünüyorum.

Ortak kararların tıpkı bir şirket karar defteri gibi tarih ile kayıt altına alınarak yine her forum öncesi alınan kararların hatırlatılmasını önemsiyorum.

Forum kapanışında da o günkü kararların tekrar duyurumu önemli bence.

Alınan kararların da uygulanılırlığı son derece önemli halkın inancı ve güveninin tesisi için...

Mahalli Risk Yönetimi

Forumlarda herkes seslendiremediği duygu ve düşüncelerini ifade etme şansı buldu. Çok da güzel oldu!

Bir anlamda geçmişin yaraları şifalanıyor diyebiliriz.

Yavaş yavaş  yol haritası ya da iş planı yaplılmalı diye düşünüyorum .

Forumların halkın yaşamına dokunabilmesini ve halkın sorunlarına çözüm olmasını son derece önemli buluyorum.

Tüm forum yapılan parklarda bir çalışma yöntemi önereceğim.

Burada bana ilham veren tekniğe Kurumsal Risk Yönetimi deniyor.

Türkiye 'de 4-5 büyük holding ancak bunu yapabiliyor...

Buradaki amaç şirketin sürdürülebilir karlılığının önündeki olası risklerin(tehlikelerin/engellerin)  belirlenerek bunların yönetimi ile ilgili aksiyon planlarını önceden hazırlamak...

Buradaki yöntem belki de halk forumlarında uygulanabilir öncelikli problemlerin belirlenmesinde diye düşünüyorum.

Halkın da hedeflini tanımlaması çok önemli bu bağlamda. Biz nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz? Mutlu huzurlu güvenli refah adil demokratik bir ortamda temiz çevre vb gibi tanımlamalar yapılabilir

Önce ortak hedefi  ortak hayali belirlemek son derece önemli!

Aynı dili konuşmak ikinci önemli konu...

Huzur dan herkes aynı şeyi mi anlıyor? Bu sözcüklerin ortak anlamlarının yakalanması gerekiyor.

Yöntem şu şekilde ...

Bir şirketin yöneticileri bir saatliğine bir araya geliyor.

Ortak hedefin gerçekleşmesinin önündeki olası engelleri herkes özgürce söylüyor ve bunlar listeleniyor

Sonra bu liste içinde en çok önemli görülen 3 engel (risk) voting teknoloji denilen ( hani yarışma programlarındaki gibi) bir uygulama ile seçiliyor...Forumlarda  el kaldırılarak  sayım yapılabilir belki.

Özetle her mahalle / her park kendi 3 ana sorununu belirleyebilir.

Her mahallenin farklı bazen de ortak sorunları olabilir. Bunları da ortak bir zeka yaklaşımı ile  raporlamak/haritalandırmak önemli diye düşünüyorum.

Tespit edilen öncelikli  sorunlar için de hep  birlikte düşünerek çözüm yaratılabilir.

Örneğin bir yerde mahalle baskısı öncelikli sorun olarak gündeme geliyorsa ,bunun tam tersi kurgulanabilir o mahalle içinde. Forumlara komşularımızla katılıyor olmamız bu aşamada önem kazanıyor bence.

Ya da ilçenin su sorunu var ise o konu öncelikli olarak iredelebilinir.

Tüm ülke genelindeki öncelikli konu başlıklarının neler olduğu ve yüzdeleri  yol haritası/iş planı için ışık tutacaktır diye düşünüyorum.

Birlikte tüm sorunlara çözüm olabileceğimize inanıyorum!

Sevgiler

Yardımlaşma Sandığı Nasıl Kurulabilir?

Eski zamanlarda mahallelerde halkın maddi olarak birbirine destek olduğu Sadaka Taşları varmış.

Elinde olan oraya destek olur ihtiyacı olan ihtiyacı kadarını alırmış.



Para olan taştan günlerce para alınmadığını gözlemleyen Fransız gezginlerden bile bahsediliyor.

Sadaka ismi pek benim içime iyi gelmiyor!

Başka bir isimle ve mekanizma ile bir "yardımlaşma sandığı" oluşturulabilir muhtarlık veya belediye kanalı ile belkide.

İçsel erdem, etik ve vicdanımızla bu konuya bakabilmeliyiz diye düşünüyorum.

Artık içsel zenginliklerimizle tatmin olmanın zamanı gelmiştir belkide?

Bir kaç yüz TL 'lik ayakkabı alabiliriz elbette ya da yemeğe gidebiliriz bir gece.

Ancak bu paranın bir insanın hayatına nasıl dokunabileceğini de hesaplayabilmeliyiz artık diye düşünüyorum.

Bir resim kursu, bir sezonluk yüzme dersi, bir müzik aleti , bir eğitim seti hediyesi yaşamları değiştirebilir  sanki.

Tanrılar Okulu kitabında çok sevdiğim bir bölüm var yine Dreamer'ın  ağzından.

"Vermek,kendini vermektir. Vermek için sahip olmak, ve sahip olmak için,olmak gerekir."

Başkaları için de yaşanmış olan bir yaşam ancak bize aradığımız içsel huzuru ve mutluluğu getirecektir.

Üniversite yıllarında okuduğum bir kitap vardı. Adı yanılmıyorsam "Nasıl Yapmalı?" idi. Orada halkı portakal satın alıp yiyemediğinden parası olmasına rağmen portakal almayı red eden bir adam vardı. Beni çok etkilemiştir duruşu! Ne kadarını yapabildim yaşamımda tarşılır ama artık bu konuda daha özenli ve duyarlı olmaya çalışıyorum en azından.

Halkımız odun kömür parasına onurunu geleceğini satmak zorunda kalmasın...

Yargılamak yerine anlamaya ve empati kurmaya, gerçeği tespit edip alternatif çözüm yaratmaya odaklanmalıyız kanısındayım.

Nasıl bir yöntem bulunabilir bu yardımlaşma sandığı için?

Hep birlikte düşünelim!

Sevgiyle,

Halkın Çarşısını Kurmaya Var mısınız?

Bir haftadır suskunum...Derin bir sessizlik vardı içimde. Yavaş yavaş çıkıyorum bu durumdan!

İzledim gözlemledim dinledim okudum...Karınca kararınca!



Bazı ortak noktaları söylemleri istekleri bir araya getirmeye çalıştım sanki bir yap bozu birleştirmeye çalışırcasına.

Belki mesleki bir yaklaşım bu...İlla yol haritası çıkartmaya çalışmak.

İşte bazı notlar ve öneriler...

Uzun yıllardır iktidar ve destekçileri çok ciddi saha çalışması içindeler malumumuz.Bu toplum yapısında son derece başarı ile uygulandığını söyliyebiliriz bu saha çalışmalarının. Gerçekten incelenmeli ve alternatif modelleme yapılmalı diye düşünüyorum.

Bunun önemli bir parçası da biliyoruz ki maddi desteğe ihtiyaç duyan halka bir şekilde destek olunmakta ve taraftar kazanılmakta. Doğru yanlış, vicdan  , onur vskısmına girmeyeceğim! Gerçeği tespit edip buna alternatif ne sunabiliriz buna çözüm bulmaya çalışmalıyız sanki.

Şimdi önemli adımlardan birinin halkın maddi olarak desteklenmesi olduğunu düşünüyorum.

Bu bağlamda ülkenin her yerinde her mahallede acil olarak takas pazarlarının kurulmasını öneriyorum.

Özellikle bir yıldan kısa bir süre sonra peşi sıra seçimlere gireceğimizi düşünürsek çok ama çok hızlı tutmalıyız elimizi diye düşünüyorum.

Biliyorsunuz takas pazarlarında para yok! Bu çok önemli bir nokta.

Herkes takas pazarı günü evindeki ihtiyaç fazlasını getirip ihtiyacı olan şeyi alabiliyor.

İstanbul'da yanılmıyorsam iki semtte yapılıyor bu çalışma. Bunlardan biri Maltepe. Gidilip görülmeli...

Yeryüzü Derneği ve Zumbara destekliyor bu çalışmayı. Detaylı bilgi için netten veya bu adreslerden bilgi alınabilir sanırım. Yeşil Gazete'den de  bu konuyu işleyen yazılara ulaşabilirsiniz.

Belediyeler, muhtarlıklarla iletişime geçilip herkes kendi semtinde oluşturabilir bu takas pazarlarını.

Ev ekonomisine destek olunabilinir bir anlamda ve de halk bir şekilde birlik olmanın gücünü daha net hisseder.

Hatta adına da tüm bu pazarların "HALKIN ÇARŞISI" denilebilir.

Çarşı ismi  ile de Gezi Direnişi'ne bir gönderme yapılmış olunur.

İyi niyetle, samimiyetle ve bütünün en yüksek iyiliğine olacak şekilde yola çıktığımızda tüm yollar açılacaktır.

Buna yürekten  inanıyorum!

Herbirimiz günlük hayat koşturmamız içinde böyle bir insitayifi alarak haftada bir gün bu pazarların organizasyonunda gönüllü olabiliriz?

Ben de muhtarımızla görüşeceğim  konu ile ilgili ivedilikle.

İnsanların birliği desteği hissetmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Dün bulunduğum şehirdeki forumun hemen yanında satış yapan mısırcıları  zabıta topladı. Bayağı tartışmalar oldu.

Arabalarına el konulanlar geldi mikrofonu aldı ve destek istedi.

Alkış koptu ve forum destek kararı aldı!

Çok önemli şeyler olmakta çok...

Sevgiyle,

12 Haziran 2013 Çarşamba

Alternatif Bir Muhalefet Mümkün mü?

Mümkün...Hem de hiç olmadığı kadar!

Sizlerle Can Dündar'ın 9 Mayıs 2013 tarihli Milliyet yazsını paylaşıyorum. Yazısının başılığı "Başka bir muhalefet mümkün mü?"

"Yılbaşında Torino’daydım.  Herkesin dilinde “Beppe“ vardı. Beppe Grillo, Cenovalı bir komedyen...
64 yaşında, sivri dilli bir hiciv ustası...
4 yıl önce, bütün düzene meydan okuyan, cesur bir söylemle siyasete soyundu. Arkasında 60’ına varmamış bir işadamı vardı:
Casaleggio...
Muhalif fikirleriyle tanınan bu “bilişim gurusu“, medyanın görmezden geldiği Grillo’ya internette örgütlenmeyi önerdi. Kurdukları blog, kısa zamanda dünyanın en çok ziyaret edilen adreslerinden biri haline geldi.

İtalyan siyaseti, Berlusconi hükümetleri ve kifayetsiz muhalefet partileriyle çıkmaza girmişti.



“5 Yıldızlı Hareket“ adını alan yeni parti, “sağ” ve “sol“ kavramlarını bir kenara koyarak doğrudan sisteme savaş açtı.
Parti hiyerarşisine karşı olduklarından kendilerine “parti“ demiyorlardı.
Hareketin lideri yok, sözcüsü vardı; liderliğe inanmıyorlardı.
İnternet ile doğrudan demokrasi”yi şiar edinmişlerdi. Adaylarını, internetteki oylamayla belirlediler.
Grillo, “Ben aday olmayacağım. Seçilen arkadaşlarım da maaşını halkın hizmetine sunacak. Her harcama, internette şeffaf hale gelecek. Her vekil, 6 ayda bir internet üzerin-den seçmenlerinin güven testinden geçecek. Güven tazeleyemeyen çekilecek” dedi.

Kampanya başlayınca Grillo, kendisine ambargo koyan medyaya meydan okudu:
“Rating için horoz dövüşüne girmeyeceğim” dedi.
Hiç televizyona çıkmadı. Küfürlü, iğneleyici, nüktedan sesini meydanlardan ve sosyal medyadan duyurdu.
Ücretsiz ve sansürsüz bilgi akışı...
Şeffaf siyaset, özgür medya...
Yeniden devlete devredilmiş sağlık ve eğitim hizmeti... Sürdürülebilir toplu taşıma, yenilenebilir enerji yatırımları vaat etti.
Yolsuzluğa karışan işadamlarını, bankaları isimleriyle teşhir etti. Bu mesajlar, twitter’daki 2 milyon takipçiyle seçmene, facebook’tan, YouTube’dan halka ulaştırıldı.
Edebiyatçıların, akademisyenlerin, bağımsız gazetecilerin katılımıyla “5 Yıldızlı Hareket“, siyasetten umudu kesmiş bıkkın kitlelerin umudu haline geldi.

Sonuç mu?
2 ay önceki genel seçimde “5 Yıldızlı“, yüzde 25 oy alarak birinci parti oldu.
İlk kez meclise giren 162 genç parlamenterle, kirlenmiş İtalyan siyasetine meydan okudu. Partiler şaşkın. Bugüne dek rüşvetle partileri teslim almış mafya şaşkın... Medya şaşkın...
Grillo seçim sonrası, kendi modellerinin Avrupa’da yeni bir akımı tetikleyebileceğini söyledi. Hareketin, 2011’de Wall Street’te başlayıp dünyaya yayılan işgal eylemlerini andıran, bir sivil başkaldırı havası var.
Fark şu ki, “5 Yıldızlı Hareket”, iktidar olma şansını da yakalamış durumda... Bence “İnternet Asrı”nın ilk politik denemesi bu...
Casaleggio‘nun deyişiyle “Radikal bir değişimin başlangıcı...”
Sizce Türkiye’de de giderek otoriterleşen siyasi iktidara meydan okuyan, kıstırılmış medyadan yakınıp durmak yerine sosyal medyayı kullanan, yeni yöntemler ve söylemlerle, yeni politikalar üreten, genç bir muhalefetin vakti gelmedi mi?

Benim yanıtım. Evet kesinlikle genç ve alternatif bir muhalefetin zamanı geldi.

Gençler ile el ele hep birlikte bunu başarabiliriz.

CHP 'ye kadrolarını gençlere yer açması mesajı yollayan genç arkadaşlara sesleniyorum. Lütfen bu tarz bir yapılanmayı inceleyin. Adaylarınızı belirleyin. Gidin onlarla görüşün.

Böyle bir yapılanmayla yüreğinizdeki hayalin çok daha ötesini görme şansınız olabilir inancındayım.

Halk artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyor!

Haydi!

Önümüzde hızla hazırlanmamız gereken bir seçim var.

Sevgiler

5 Haziran 2013 Çarşamba

Her Yer Vatan Her Yer Direniş

Sevgili Dostlar,

Ülkemiz emperyalist / kapitalist / sermayeye karşı ikinci bir kurtuluş şavaşı arifesindedir!

Bu savaş, ilk seferinde olduğu gibi  savaş meydanlarında askerlerle değil ; mecliste , sokaklarda şiddetsiz eylemler ile , mizah ile , tencere tava korna çalarak sesini yükselten halk ile, seçim sandığı ile, düşünce/ ifade özgürlüğü  ile evrensel değerlere sadık olarak , demokrasinin sınırları içinde yapılmaktadır ve yapılacaktır.

Üstelik bu halkın duruşu benzeri tehditlerin altındaki tüm dünya halklarına ilham ve ışık olacaktır.




Bu yazımda bir kaç farklı bakış açısı sunmak  istiyorum sizlere.

Günlerdir yaşadıklarımız , meclisten apar topar çıkartılan Petrol Kanunu ve de şu meşhur Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarııs üzerine  düşünüp durdum. Tüm bu olanları hissetmeye anlamaya yorumlamaya çalıştım...

Resmin tamamını görmeye  çalışıyordum özetle.

Ağaçların Mesajı

Tesadüf diye bir şey yoktur!

6 Mayıs 2013'de mecliste görüşülecek ve tüm çevreci sivil örgütlerin tepki duyduğu Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu , Gezi Parkı olayları nedeni ile ERTELENMİŞTİR!

Bilir misiniz Japonya'daki nükler faciaya neden olanın minik bir fare olduğunu ? Bu olayın sonucu tüm dünya nükleer santralleri kapatma kararı aldı...Minik bir farenin  tüm dünyadaki nükleer santralleri kapattırdığını söyliyebiliriz bir anlamda.

Gezi Parkı'ndaki ağaçların da benzeri bir misyonu olduğunu düşünüyorum. Bu ağaçlar da sözkonusu kanun görüşmesinin ertelemesine varlıkları ile vesile oldular bir şekilde. Onların bize anlatmak istedikleri birşeyler vardı sanki? Birşeyleri hatırlatmaya çalışıyorlardı sanki bize.

Yeryüzü üzerindeki var olan tüm canlılarla birlikte  tek ve canlı bir eko sistemdir. Tıpkı avatar filmin de de anlatılmaya çalışıldığı gibi. Onun üzerine saldırganlıkla ve yok edicilikle gidersek o da her canlı gibi kendini savunmaya ve varoluşuna devam etmeye çalışacaktır. Kendi araçları ve de kendi yöntemleri ile elbette! Etki tepki misali ne kadar saldırganlaşırsak onun da cevabı o kadar sert olacaktır.

Bu araçlar bir yerde bir fare, başka bir yerde ağaç, başka bir yerde deprem ya da tayfun olabilecektir.

Bunu ben söylemiyorum. Kadim toplumların bilge insanları söylüyor.Dünyanın her yerinde üstelik!

Yağmalama ne kadar şiddetli ise ödenecek bedelin o kadar ağırlaşacağını söylüıyorlar.

Emperyalist Güçlerin  Stratejisi

20. yy da empertalist güçler göz diktikleri , sömürmek istedikleri topraklara asker çıkartıyor ve bildiğimiz klasik savaşları yapıyorlardı.

Bugün ise emperyalist / kapitalist güçler uluslararası ya da yerel şirketleri ve özellikle maden  / petrol / inşaat/ enerji / /ilaç ve diğer şirketleri ile ülkeleri istila ediyorlar. Halkı köleleştiriyor, toprağı, suyu ,ağaçları, tohumları  tüm doğal kaynakları ele geçiriyorlar. Patent alıyorlar hatta! Yakında insan olduğumuz için bie telif hakkı ödiyeceğimiz konuşuluyor bazı gruplar içinde. Düşünün artık!

Tüm dünyada aynı strateji ile ilerliyorlar. Ülkeleri bölüyorlar, yönetimlerine sızıyorlar, kendi menfaatlerine uygun kanunlar çıkartıyorlar. İnsanın iki zaafını kullanıyorlar. Para ve güç!  Ltf John Perkins ''in "Şirketokrasi ve Ondan Kurtulmanın Yolları " isimli kitabıını okuyunuz. Kendisi saf değiştirmiş bir CIA ajanıdır. Ciğerini biliyor düşmanın!

IMF, darbeler,PKK, Arap Baharı, Büyük Ortadoğu Projesi, Roboski, Reyhanlı  ve bir çok olayın olgunun hepsi ama hepsi  aynı oyunun parçalarıdır. Amaç bellidir!

Ülkemizin dolaylı olarak  emperyalist  / kapitalist  güçler tarafından istila edilmiş  olduğuna hep birlikte uyandık .  Hissediyorduk ya da biliyorduk ama bu kadar sert vurmamıştı gerçek suratımıza belki de.

Ağaçlar silkeledi bizi!

Ülkemiz  tam teslim  olmak üzeredir. Bu istila, ertelenen kanun ve Petrol Kanunu gibi kanunlarla  gerçekleştirilmektedir.

Halkımız gerçekleri görmüştür bugün ve ikinci Kurtuluş Savaşı'nın zamanı gelmiştir. Ya özgürlük ya kölelik!

Seçim bizimdir!

İhtiyaç duyduğumuz tek şey tek yürek olmak, BİR olmaktır!

Sanal Zenginlik

Hepimiz yıllardır zehirlendik. Materyalist ve tüketici bir toplum haline getirildik. Alışkanlıklarımızı ve yaşam standartımızı korumak adına insan onurunu, erdemlerini, evrensel değerlerini  ayaklar altına aldık, ya da bunu yapmaya zorlandık. Bu da büyük projenin bir parçasıydı zaten. Herşey planlanmıştı ve mükemmel işliyordu. Taki Gezi Parkı'na yapılan sabah baskınına kadar...

Bugün kendimizle yüzleşme ve seçim yapma günüdür.

Sistemin içinde olanlar, sistemden beslenenler sistemi değiştiremezler. Bu nedenledir ki tüm dünyada sistemin dışına çıkmak adına "Toprağa Dönüş" hareketi başlamıştır. Yeni Dünya ancak eski dünyadan beslenmeyen bireyler tarafından kurulabilecektir. Dürüst, erdemli,samimi,içten,insan onuruna ve  yaşam hakkına saygılı,evrensel değerlere sahip bireyler...

Bilir misiniz Kolombiya'lı yoksul yerli halk daha "zengin olmak" adına maden ve petrol çıkartılmasına izin vermiyor. Biliyorlar ki bu sanal bir zenginliktir ve aslında gelecekleri yok edilecektir. Onlar direniyor!

Ekonominiz şöyle iyi olacak kişi başına milli gelir böyle yüksek olacak şeklindeki sayısız yalan halklara anlatılmaktadır. Ruh ile doğa ile bağlantısı kopmamış yerli halklar bu yalanlara kanmıyorlar . Sadece kendi ülkeleri için değil  bu duruşları üstelik. Daha çok madencilik ve petrol aramanın dünyada yaşanan küresel ısınma ve çevre felaketine koşar adım gitmek olduğunu bildiklerinden tüm dünya için direnmektedirler..

Artık  maskeler düşmüştür!  Bu ülke artık Gezi Parkı öncesininı ülkesi değildir !

Kendisine karşı kurulan tuzağı görmüştür!

Meclisin Ehliyeti

Petrol Kanunu ya da ertelenen Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği koruma Kanunu gibi kanunları , yerli yabancı özel şirketlere daha çok kar sağlamak adına çıkartılmak istendiğini hepimiz görüyoruz.

Ben meclisin böyle yaşamsal bir konuda halkın üstünde bir yetkisi olmadığını düşünüyorum. Ehliyeti yoktur meclisin bu konuda!

Bu tıpkı vekalet verdiğiniz bir avukatın daha siz yaşarken sizin için yaşamsal önem taşıyan bir sağlık konusunda sizin yerinize  söz söylemesi  karar vermesi gibi bir şey...Çılgınlık!

Verilen yetkilerin de sınırları olmalı diye düşünüyorum.

Benim için meclis yetkisiz ve ehliyetsizdir özellikle bu iki kanunla ilgili .

Kurtuluş Savaşının Başarısı

O zaman da bu topraklarda Ermeni Kürt Rum Laz sünni alevi  ve diğer renklerimiz vardı. Tıpkı bugün gibi!

1.Kurtuluş Savaşı'nın başarısı bana göre iki nedene bağlıydı.

İlk neden, saldırının yapısına uygun bir liderin , yani bir askerin hareketin başında olmasıydı. O dönemdeki halkın  bilinci  karizmatik  bir lidere ihtiyaç duyuyordu. Mustafa Kemal o günler için ideal bir liderdi...

Bugün güncel saldırının istilanın yapısına uygun "yeni bir modele"  ihtiyaç duyulmaktadır. Şu anda halkın bilincinin tüm ülkedeki eylemlerin oluş şekli dikkate alınarak, artık bir lidere ihtiyaç duymadığını söyliyebiliriz diye düşünüyorum. İçsel olarak doğru olanı, evrensel olanı, etik olanı bilmektedir Y kuşağı gençliği. İzlanda belki de iyi bir model  olabilir. Konunun uzmanlarının ivedilikle ilgili modeli incelemesini öneriyorum.

İkinci neden ise  tüm renklerin  tek çatı altında toplanabilmesidir. Bu çatı ise anti emperyalist / anti kapitalist bir söylemdir.  Bu ülkenin halkı anti emperyalist / anti kapitalisttir . Bu ülke halkı için özgürlük herşeyden önce gelir. Bu ülken halkı barış yanlısıdır.

Diğer farklılıklarımız bizim zenginliğimizdir!

İLK AKSİYON

Petrol Kanunun iptalini ve Petrol Kanunu ile Tabiatı  ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu  kanunları ile ilgili halka gidilmesini , referandum yapılmasını öneriyorum.

Olaylar sadece çevreci bir söylem taşımıyor. Demokratik yaşam haklarımız da talep ediliyor!

Dolayısıyla demokratik yaşamı engelleyen tüm kanunlarla ilgili ki seçim kanunu da bunun içindedir  revizyon yapılması , toplumdaki gerginliği azaltacak yeniden huzur ortamı kurulabilecektir. Dünyadaki en ileri demokrasi modellerinin incelenerek bu ülkeye uyarlanması doğru bir yaklaşım olacaktır kanısındayım.

Baromuzun ve tüm hukukçularımızın sözkonusu çalışmalarda çok önemli katkıları olacağına inanıyorum.

Artvin'de Sinop'ta Antalya 'da Çanakka'le de yurdun her yerinde halk halihazırda emperyalist / kapitalist  şirketlere  karşı ağacını, deresini, toprağını  korumak için  direnmektedir.

Evet Her Yer Taksim Her Yer Direniş...Ancak bugün her yer için her yerde direnmeliyiz !

"Hattı müdafa yoktur, sathı müdafa vardır."

Ancak o zaman çıkacaktır  karanlıklar aydınlığa...

Tüm yurttaki direnişin söyleminin , yurdun her köşesinde bu vatanın toprağına suyuna ırmağına denizine tohumuna yeraltı yerüstü zenginliklerine insanına tüm canlılarına sahip çıkılacak, demokratik yaşam ve seçim haklarınının talep edildiği  bir söyleme taşınması gerektiğini düşünüyorum. 

Taleplerin tüm bu başlıkları içerir bir içeriğe sahip  olması gerektiğini düşünüyorum.

Halka ihanet içinde olan, ona zorbalık zulm eden bir hükümet ne kadar  meşrudur? 

Halk verdiği yetkiyi  demokrasi sınırları dahilinde her an geri çağırabilir...Burada da meclisteki tüm vekillerin sağduyulu ve objektif olmaya davet ediyorum.

Çılgın insanların yaşadığı bu ülkeye hoşgeldiniz!

Biz sabaha karşı binler olur yürürüz köprülerde, istediğin gazı sıkabilirsin takarız havuz gözlüklerimizi eşarplarımızı geçeriz karşınıza, aç uykusuz günlerce direniriz...Kanımız deli akar bizim!

Biz düşündüğünüzden çok hem de pek çok daha fazla bu ülkeyi ve de bu ülkenin insanlarını seviyoruz...

HER YER VATAN HER YER DİRENİŞ !

Sevgiler