15 Temmuz 2016 Cuma

İdeal Bilge İnsan

Bugün Fransa Nice'deki yüreklerimizi sıkıştıran olayın haberi ile uyandık.

Kendi içime döndüm ve eski notlarımın arasında buldum bu yazıyı. Mahatma Gandhi'ye ait olduğunu not etmişim yazının yanına. İçinde bulunduğumuz bu zor  zamanlarda bize ışığı ile rehberlik etmesi dileğimle...

Yazının orijinal ismi "İdeal Bilge Guru".



"Tanrı'ya içten inanan ve ibadet eden,kıskanç olmayan,herkese karşı cömert olan ve egoist olmayan.Sıcağa ve soğuğa dayanıklı olan,her zaman affeden,devamlı tatminkar olan,kararları kesin olan ve aklını ve ruhunu Tanrı'ya teslim eden. Hiçbir şekilde etrafına şeytanca bir hareket yapmayan,zarar vermeyen,başkalarından korkmayan,heyecanlanmayan,üzüntüden ve korkudan etkilenmeyen,saf ve temiz olan,işinde becerikli olan ama kendini aşırı derecede kaptırmayan,işinin onu etkilemesine izin vermeyen,yaptıklarının çabalarının meyvelerini bir anda bırakabilen (hem iyiler hem de kötüleri), arkadaşlarına ve düşmanlarına aynı şekilde davranan,ona duyulan saygıya ve saygısızlığa karşı etkilenmeyen,iltifatlardan şımarmayan ve insanlar şayet hakkında kötü konuşursa ve dedikodu yaparsa üzülmeyen.Sessizliği ve yalnızlığı seven ve disiplinli bir aklı olan.

Yogi'nin hayatında bütün bu nitelikler kendini göstermeli ve korkunç bir fırtınanın ortasında hala güneşi görebilmeli,zorluklarla ve ölümle yüzleşebilmeli,dengeli ve sessiz bir akıl ile savaş meydanından geçebilmeli veya onu öldürmek isteyenlere kadar gidebilmeli; ruhunun mutluluğu öyle olmalıdır ki gök gürlemesi bile onu uyutur."

Şimdi de Tanrı sözcüğünü sevgi ,  ibadeti kutsamak/onurlandırmak ve de guru/yogi  sözcüğünü  İNSAN   olarak değiştirerek okumanızı öneriyorum.

Guru öğretmen yol gösteren rehber anlamına gelir. Her birimizin kendi kendimizin öğretmeni rehberi ışığı olduğuna inanıyorum.

Yıllar sonra okuyunca bu metni daha iyi bir anladım sanki.

Kendi bütünselliğini sağlamış, kendisi yani özü ile kopmaz bir bağı tesis edebilmiş bir bireyden bahsediliyor aslında burada.

Hem kendi cehenneminden geçmiş hem de Ruh ile bağlantısını tesis edebilmiş  bir birey.

Yol uzun ...

Yola devam...

Karanlık bir gün bitecek ve o muhteşem gün doğacak...


Sevgiyle,






X



13 Temmuz 2016 Çarşamba

Dindar Ama Ahlaksız Olmanın Kodları

 Yazar Özgür Koca'nın 26/6/2016 tarihli yazısına www.maviyorum.com simli blogda rastladım ve de paylaşmak istedim.

"Dindar bir insan nasıl ahlaksız olabilir? Allah’a ve ahiret gününe inanmaya devam ettiği halde nasıl yalan söyleyebilir, öldürebilir, çalabilir?

Din esasen ahlakın olgunlaşması için verimli bir zemin sunar. Tek, aşkın, ve mutlak bir varlığın her an gözetimi altında olduğunu bilen bir insanın hayatını daha dikkatli yaşamasını beklersiniz. Yaptıklarının hesabını vereceğini bilen bir insan daha temkinli olmalıdır diye düşünürsünüz. Gerçekten de dinini ciddiye alan bir insanın yapması gereken budur. Huzurda olmanın edebi ile geçmelidir bu dünyadan. Ama tecrube bize gösteriyor ki her zaman böyle olmuyor. Dindar insanların ahlak ile telif edilemeyecek tavırlarını çok sık gözlemliyoruz.
Neden? Maddi, yapısal, ve yorumsal pek çok sebebi var bunun. Ben yalnızca din yorumları içinde ahlaka kurulmuş tuzaklardan bahsetmek istiyorum. Bu tuzaklar farkedilmeden ve onlara karşı önlem alınmadan daha fazla dindarlaşma ahlak sorununu çözmüyor.
1- Mutlakçılık: Bir din yorumu size mutlak doğruyu sunduğunu iddia ediyorsa bir tuzak ile karşı karşıyasınız demektir. Buna inanan bir insan çok kolay kendisini dünyada ilahi iradenin temsilcisi olarak konumlandırabilir. İlahî irade ile şahsın iradesi arasındaki sınır kaybolur. Kişi kendi iradesi ile ilahi iradeyi aynileştirir. İşte tam da burada kişiye yaptığı hastalıklı ve ahlaksız şeyler ilahi iradenin de talebi olarak görülür. Bir militan kendisini siviller arasında patlatırken ya da bir devlet başkanı bir grup insana zulm ederken kendisini aslında ilahi iradenin hizmetkarı ve uygulayıcısı olarak görmektedir. İlahi iradeyi gasp etme çabası da diyebileceğimiz bu tavır müthiş bir kibir ima eder ama bu durumdaki bir insan bu kibri farkedemez bile.
2- Ütopyacılık: Eğer din yorumunuz ütopik bir gelecek öneriyorsa gene bir tuzak ile karşı karşıyasınızdır. Bu yalnızca dinî değil sekuler ideolojilerin de problemidir. Troçki Komunist devriminden sonra hayatını kaybeden milyonlar hatırlatıldığında “devrim için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir o” demişti. Bir kez ütopik bir gelecek farzederseniz oraya giderken yapacağınız her şeyi meşrulaştırabilirsiniz. Ne de olsa” halkların iyiliği,” “alem-i Islam” yada “apaydınlık ve tertemiz bir bahar” için yapmakdasınızdır herşeyi. Böyle bir hedefe koşulurken ufak tefek arızalara bakılmaz. Burada insan hayatı araçsallaşır ve ahlak terk edilebilir.
3- Bireyin kaybolması: Aşırı grup vurgusu yapan din yorumları da ahlaken problemli tavırlar üretme potansiyeli taşır. Hannah Arendt’in “kotülüğün banalliği” makalesinde değindiği gibi bireyin grup içinde kaybedilmesi ile kötülük arasında çok yakın bir ilişki vardır. Ona göre Naziler birey olamadıkları için o kötülükleri yapmışlardır. Emir komuta zinciri içinde düşünme ve değerlendirme kaabiliyetini yitirir insan. Grup bireyi yutar. Birey de buna mukabil grubun davranışlarından dolayı sorumluluk hissetmez. Burada kötülük sıradanlaşır. Banalleşir. Ayrıca mazlumun sesi grup fanusunun içine giremez. Grup içinde kendini kaybetmiş bir insan zihnen grubun dışına çıkamaz ki buna itiraz etsin. Ancak kendi aklıyla düşünmeye cüret edenler grup olarak işlenen cinayetlerin önüne geçebilir. Birey olamayan insan daha kolay şiddet ve ahlaksızlık üretir.
4 -Seçilmişlik: Ahlaken problemli tavırlar üreten din yorumlarında görülen başka bir özellik seçilmişlik vurgusudur. Siz ve sizin gibi düşünenler seçilmiş bir gruptur. “Ülkeye ve dünyaya huzur ve nizam” getirecek bir partinin, bir örgütün, bir grubun parçasızınızdır. Ulvi bir davanın yükünü taşımaktasınızdır. Sekuler grublarda da görülen bir davranış kodudur bu. Kendinizi böyle ayrıcalıklı bir konuma yerleştiriseniz grubunuzun dışında kalanlar ikincilleşir. Burada, mesela, kadrolaşma gibi ahlaken problemli tavırları meşrulaştırırsınız. Ne de olsa bunu seçilmiş olan sizler kurtarmak istediğiniz kalabalıklar için yapmaktasınızdır.
5- Muğlaklık: Din yorumunuz size ahlakın bazı temel prensibleri hakkında detaylı yol göstermiyorsa gene problemlerle karşılaşırsınız. Mesela yalan söylemek haramdır. Ama yalan söylenebilecek o kadar çok istisnaya kapı açarsınız ki bir müddet sonra istisnai haller kural haline gelir. Bugün kendinizi mecbur hissedersiniz. Yarın ulvi bir amaç için yalan söylersiniz. Ertesi gün doğruyu eksik söyleyerek yalan söylersiniz. Sonra düşman üretirsiniz, hayatı bir “harb” olarak tanımlarsınız. “Harb hiledir” den hareketle her türlü yalanı söyleyebilirsiniz. Köleliğe, fuhşa, şiddete, irtikaba bir mesned bulabilirsiniz. Vicdan azabı da hissetmezsiniz. Şuurunuzu susturmuşsunuzdur.
6- Boşluk: Bazen de din yorumunuz manipulasyona açık boşluklar bırakır. Mesela, din yorumunuz kadın hakları konusunda boşluklar ihtiva ediyorsa kadına karşı yapılmış ahlaksızca muameleleri kolayca meşrulaştırabilirsiniz. Bir şey söylemeniz gereken hususta suskunsunuzdur. Bu o hususta modern bağlam içinde yeterince sistematik ve detaylı çözümler üretilmediğine işaret eder. Bu boşluklar istismar edilir.
7- Şiddet ve merhamet: Bir başka ilginç mekanizma da şudur. Şiddet ve ahlaksızlık merhamet süretinde görünür gözünüze. Mesela İŞİD gibi bir organizasyon kendi dindaşlarını iki şekilde öldürür. Bir, önce tekfir eder sonra öldürür. İki, ve daha ilginci, öldürdükleri Müslümanları temizlediklerini düşünür. Yani sizi aslında günahlarınızdan arındırmakta ve “kanınızla temizlemektedir”. Sizin bunu isteyip istemediğiniz onun için önemli değildir. O size, size rağmen, bir iyilik yapmaktadır. Siz onun size yaptığı bu iyiliği ötede anlayacaksınızdır. Burada ahlaksızlık ve şiddet kendini merhamet suretinde pazarlar. Bu derecede olmasa da bu psikoloji özellikle devlet ve toplum ilişkilerinde jakoben bir otoriterlik süretinde kendini gösterir. Rahatsız edicidir. Boğucudur.
8- Sistem problemi: Sahabe arasında yaşanan savaşlarda müşahade ediyoruz bunu. Bireysel hayatları itibariyle örnek bir konumda olan bu insanlar aralarındaki anlaşmazlıkları çözecek “hukuki ve siyasi” sistemi henüz kuramadıkları için savaşmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu sistem ile ahlak arasındaki ilişki üzerinde daha ciddi düşünmemizi gerektiriyor. Ahlaka destek olacak sistemin de kurulması gerekiyor. İyi bir şehir planlamacılığı yapmadan ve kurallar tesis etmeden insanlara sadece “trafik kurallarına uyun” demek yetmez. Sistemi ve yapıyı kuramazsanız ahlak direnemiyor. O açıdan iyi insan yetiştirmeye harcadığınız emek kadar iyi sistem inşa etmeye de dikkat etmek gerekiyor.
9- Duygu pompalaması: Bir başka problem dinin yüksek düzeyde duygu pompalanması ile öğretilmesi. Ahlak ise duygudan ziyade aklın konusu. Hayatı rasyonel bir şekilde analiz etmeniz gerekiyor. Aklı öteleyen ve onu “yanıltıcı bir alet” olarak gören din yorumlarının son derece rasyonel bir uğraş olan ahlak konusunda yetersiz kaldıklarını görüyoruz. Samimiyetle işlenmiş hatalar kaplıyor ufkumuzu.
10- Devlet ve iktidar: Din ile iktidar arasındaki mesafe kaybolunca da din ahlak üretemiyor. Devlet ile arası azalan din araçsallaşıyor. Devlet güç eksenli düşündüğü için dinin iç mantığı ile çelişiyor. Din zayıfın ve sivil toplumun yanında bir ahlak kaynağı iken gücün yanında durmaya başladığında devletin günahlarının fetvacısı konumuna iniyor. Din ile güç karşılaştığında, bazı istisnalar hariç, kazanan hep güç oluyor. Buradan modern Müslüman toplulukların din ile devlet ilişkisinin hem pratiği hem de teorisine dair ciddiyetle düşünmeleri gerektiği sonucu çıkıyor.
11- Dualizm: Karşınızda kapkaranlık bir düşman tahayyül ediyorsunuz. Hayatı dar’ul-harb ve dar al sulh gibi ikili kategorilerle anlamlandırıyorsunuz. Karşı taraf “tek gözlü deccaldir”, “dış güçlerin işbirlikçisidir”, “haindir.” Öteki o kadar kötüdür ki ona karşı ahlaklı olmak gerekmez. Burada farklı davranış kodları devreye giriyor ve ötekine karşı ahlaki sorumluluklardan kurtuluyorsunuz.
Kısaca akıldan ve düşünceden uzaklaşan, güce yaklaşan, utopik, dualist, seçkinci, devletçi, muğlak, konformist, aşırı duygusal, sistem kuramıyan din yorumları ahlak üretmekte yetersiz kalıyor. Bunlar ahlaka kurulan tuzaklardan bazıları. Görüldüğü gibi Allah’a ve ahiret gününe inansanız bile bu tuzaklara düşebilirsiniz. Din ile ahlak arasında yeni köprüler kurmak istiyorsak bu tuzaklar üzerinde dikkatle düşünmek ve daha sağlıklı yorumlar üretmek gerekiyor. Dini bir biat ve itaat kültürüne indirenler dine büyük bir kötülük yapıyor."
26/6/2016 ÖZGÜR KOCA
KAYNAK : Bu yazının aslı Yarına Bakış gazetesinde yayınlanmıştır. 

Midlife

''I think midlife is when the universe gently places her hands upon your shoulders, pulls you close, and whispers in your ear:
I’m not screwing around. It’s time. All of this pretending and performing – these coping mechanisms that you’ve developed to protect yourself from feeling inadequate and getting hurt – has to go.
Your armor is preventing you from growing into your gifts. I understand that you needed these protections when you were small. I understand that you believed your armor could help you secure all of the things you needed to feel worthy of love and belonging, but you’re still searching and you’re more lost than ever.

Time is growing short. There are unexplored adventures ahead of you. You can’t live the rest of your life worried about what other people think. You were born worthy of love and belonging. Courage and daring are coursing through you. You were made to live and love with your whole heart. It’s time to show up and be seen.''
~ Brené Brown

Photo: Helen Mirren, age 70 (will turn 71 on July 26) . 70 is the "new" middle age.









Aborjinlerden Mesaj Var

*Bir kimse kızdığı zaman, yaşam enerjisi, su ya da kaygan kayalar gibi akmak yerine, her iki tarafa itilir ve keskin uçlu bir hale gelir. Bu, bedenin içine girer ve organlara zarar verir. Kızgınlık aynı, bedende yara açan ve çıkarılması zor bir mızrak gibidir.


*Gücenmenin uçları da sivridir ama onunkilerin uçlarında bir diken vardır, onun için bu insanın içine saplanır ve daha uzun süre orada kalır. Gücenme kızgınlıktan daha zararlıdır çünkü ondan daha uzun sürer.
*Haset, kıskançlık ya da suçluluk endişeden daha karmaşıktır ve düğümler karnında ya da derinin altında olabilir ya da bir başka yerde ki yaşam akışını yavaşlatabilir.
*Üzüntü çok küçük bir bozulmaya neden olur. Ve keder aslında sevgi bağı olan bir çeşit üzüntüdür. Bu, hayatta kalan kişinin ömrü boyunca sürebilir.
*Korku bazı şeyleri sona erdirir. Korku kan akışını, kalp atışlarını, solunumu, düşünceyi, sindirimi her şeyi bozar. Korku ilginç bir duygudur çünkü bu, aslında insansı değildir. Bu duygu çok kısa süreli bir hayatta kalma rolüne hizmet ettiği hayvanlardan alınmıştır. Hiçbir hayvan korku içinde yaşayamaz. İnsanların aslında korku duyacakları hiçbir şey yoktur. Onlar kendilerinin sonsuzluk olduklarını biliyorlardı. Şimdiyse korku gezegenimizi çevreleyen temel bir enerji gücü haline geldi. Korkunun içimizde yol açtığı zarar işte böyledir.
*İnsan yaşamı bir spiraldir, bizler sonsuzluktan geliriz ve daha yüksek bir düzeyde oraya geri dönmeyi umarız. Zaman bir dairedir. Ve bizim ilişkilerimiz de bir dairedir. Bizler Aborijin çocukları olarak, yaşamın ilk yıllarında her bir daireyi, her bir ilişkiyi kapatmanın önemini öğrendik. Eğer bir anlaşmazlık varsa biz bu çözümlenene kadar uyanık kalırız. Biz yarın ya da ileri ki bir tarihte çözüm bulmayı umarak gidip uyumayız. Bu, daireyi uçları kırılabilir bir halde açık bırakmak olur.
*Sen bu dünyaya bir ruhsal farkındalık düzeyinde geldin ve buradan daha GENİŞLEMİŞ bir düzeyde ayrılma fırsatına sahipsin.
  • Marlo Morgan…


KAYNAK : 22/10/2015 Annette İnselberg Zamazingo 
X

10 Temmuz 2016 Pazar

Seyir Defterimden Notlar

Uzun zamandır kafamda dönüp duran bir konu bu.

Kişisel ya da Bireysel gelişim veya her türlü enerji çalışmaları ile ilgili bir farkındalığımı paylaşmak istiyorum.

Evet son derece inanıyorum bu çalışmalara.

İçimiz ne ise dışarımız da o oluyor!



Bir nevi film makinası beynimiz. Projeksiyon ettiği ne ise onu yaşıyoruz.

İçerideki düşünce algı inanç duygu değişince dışarısı da değişiyor.

Bunu biliyorum!

Fakat ince bir ayar noktası var burada.

Bir kaç atölye, bir kaç aile dizimi bir kaç enerji çalışması ile tadında bırakmak gerekiyor.

Takıntılı şekilde sürekli bir şeyler arayıp sürekli o çalışmada bu çalışmaya savrulursa kişi evrene "Ben yeterince iyi değilim elimdeki ile tatmin değilim mutsuzum " gibi mesajlar veriyor aslında...

Ve evren de evet deyim daha çok kendini iyi hissetmiyeceği tatmin olamıyacağı mutsuz olacağı olasılıkları çekip getiriyor..."Yıllardır çalışıp duruyorum neden istediğim hayatı ya da hayallerimi gerçekleştiremedim" cümlesinin  meali bu olabilir.

Özetle bu tarz çalışmalarda dengede olmak çok önemli. Bir kaç çalışma yeterli olacaktır. Kendi cehenneminden geçerek kendi bütünselliğini tesis edebilmiş doğru rehberi  ve kişiye uygun doğru tekniği bulmak asıl olan.

Yaşam en büyük öğretmen ve rehber...Onun getirdiklerini kabul edip deneyimlemek asıl dönüştürücü olan.  Zihinle yapılan çalışmaların dışarıdaki gerçekliğe dönüşebilmesi için yaşam deneyimi şart!

Seçilecek rehber ve teknik/öğreti için de bir iki ip ucu vermek isterim.
Bir yerde hiyerarşi var ise, özel insan olduğunuz söyleniliyorsa, seçilmiş bir grup olduğunuz anlatılıyorsa, kurtarıcı olduğunuz müjdeleniyorsa, kişiliğiniz abartılı şekilde övülüyorsa, ciddi zamanınızı alan "gönüllü" çalışmalar var ise, para pul hikayeleri var ise lütfen çok dikkatli olun derim!

Bu noktada bir çoğunuzun aklına Tanrılar Okulu kitabı gelecek biliyorum. Kitabın mesajı yaşamımızda olan her şeyden tamamen ama tamamen bizim sorumlu olduğumuz. Diyelim çocuğunuz öldü, işiniz battı , ülkenizde savaş çıktı...Bu elbette kısmen doğru ama bana göre gerçeğin tamamı değil. Bireysel irade dışında ait olduğumuz aile topluluk ve toplumun ve hatta insanlığın kollektif iradelerinin karşılıklı etkileşimde olduğu bir enerji puzzle ı içinde yaşıyoruz. Buna külli irade de deniyor ki ben yaşamın iradesi demeyi seviyorum. Olandan tek bir kişiyi sorumlu tutmak suçluluk duygusunu ve kendi kendini cezalandırma davranış modellerini tetikliyor ki bunların hepsi egonun oyunları. Elbette sözlerimizin davranışlarımızın hatta  düşünce ve duygularımızın sorumluluğunu almamız bizi yetişkin bir bireylik seviyesine taşıyacaktır. Fakat olmakta olandan sadece kişinin kendisi sorumlu olamaz. Kuantum Fizik yasalarına göre de bu mümkün değildir.



Bu kitabın mesajını bir süre yaşamımda deneyimledim. Yani ben de her şeyden tamamen kendimi sorumlu tuttum. Çok sancılı ve acılı bir dönemdi. Fakat şu anda bu bakış açısının insana çok ciddi zarar verdiğini düşünüyorum. İnsanın içindeki egoyu besleyen zihni güçlendiren ve hatta zihne egoya hizmet eden bir mesaj içerdiğini düşünüyorum. Ayrılığı korkuyu besleyen insanı yalnızlaştıran bir mesaj. Hatta kendinizi Tanrı bile sanabilirsiniz eğer kişiliğiniz tam gelişmemiş ise ya da gerçek ruhsallık ile tanışmamış iseniz daha önce. Kalbiniz ile temas etmemişseniz!

Ve burada itiraf ediyorum ki yaşamımın büyük bir bölümünü hep akıl zihin yani egom ile yaşamışım. Ego temelli bir yaşamda siz ve diğerleri var. Rekabet yarış güçlü olmak başarılı olmak iyi hatta mükemmel olmak haklı olmak kontrol etmek yargı eleştiri suçlama şikayet beklenti sahip olma düşman var...Liste uzuyor gidiyor siz anladınız ne demek istediğimi. Özetle ayrılık ve korku var! Dünyanın da içinde olduğu durum bu değil mi zaten?

Oysa kalp temelli bir yaşamda ayrılık yok. Yukarıdakilerin hiçbiri yok. Sadece kabul var teslimiyet var anlayış var koşulsuz sevgi var paylaşım var destek var. Yani birlik ve sevgi! Sahi hepimizin hayal ettiği dünya bu değil mi?



Yazının bu noktasında ağaçları hatırladım.Ağaçların hep bu duruşla  kalp yani sevgi temelli yaşadıklarını düşünmüşümdür. Sel gelip alabilir, yıldırım düşebilir, insanlar gelip yakabilir ya da binlerce yıl yaşayabilir olduğu yerde. Tam teslimiyet ve kabul halindedir ağaçlar. Sessizce izlerler olmakta olanı...Tüm kadim geleneklerden bilgelerin biz insanlara önerdikleri gibi anda izleyici konumunda teslimiyetle yaşarlar ağaçlar.

Sanırım tüm insanlık için içimizdeki ağacın tohumunun uyanıp gelişip  sevgi temelli var olma becerisini geliştirme zamanı geldi.

Ancak o zaman kalp ile yaşayarak birlik ve barışı tesis edebileceğiz yeryüzünde.

Şairin sözleri  de daha bir anlamlanıyor şimdi.

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür , ve bir orman gibi kardeşçesine."

Olduğumuz kişiyi yeryüzüne indirme zamanıdır. Ve ancak o zaman kendimizi gerçekleştirmiş olacağız. Düşünsenize yedi milyar insanın maskelerini atıp kalp temelli yaşamaya başladığını bir anda...

Evet ağaç gibi yaşamak  zamanıdır artık!

Ağaç gibi olmak !

Kim bilir belki de Hayat Ağacı her birimizin  içindedir?

Sevgiyle,







x

7 Temmuz 2016 Perşembe

Buda Aşık Olsaydı

Aşk'ın El Kitabı olarak daha önce tanıtımını yapmıştım bu  kitabın.



Elime geçti geçenlerde...2012 yılında okuduğum bu kitabı tatili fırsat bilip tekrar okudum!

Ve elbette bambaşka bir bakış açısı ile...

Kitabın yazarı  Charlotte Kasl...Amerikalı klinik psikolog yazar piyanist. Özellikle ilişkiler ve çift terapistliği uzmanlığı.

İşte kitaptan bir kaç cümle....

"Herşeyden fazla,önce kendimi istiyorum.Dürüstlük ve doğrulukla yaşamak istiyorum.Ne içimdeki mücevheri gizleyecek ne de kusurlarımı örtmeye çalışacağım.Pazarlık yok, gerçeklikten kaçmak yok, kendimikandırmak yok, yalan yok."

"Sevgilinizin gözlerinizin içine bakarken tüm sırlarınızı bildiğini, sizin huysuz,tatlı,bencil ve cömert hallerinizi bilip buna rağmen sizi gerçek anlamda sevmeye devam ettiğini düşünün. Aynı şeyi sizin de yapabildiğinizi hayal edin. Bilinçli bir ilişkinin potansiyeli budur."

Kitabın 47.bölümünde Tibetli Amerikan Budist Pema Chödrön'dan bazı alıntılar var ki burada özellikle sizlerle paylaşmak istedim.


47/Derin Bağlılık : Samaya "Evlilik"

"Sevgilimize bağlılığımız spiritüel yolculuğumuza olan bağlılığımızda hayat bulur. İlişkide var olmak için ne gerekiyorsa yapma sözü veririz  ki bunun kendimiz adına var olmak için ne gerekiyorsa yapma sözü vermekten bir farkı yoktur. Pema Chödrön bir Budist terimi olan samaya'yı "gerçeklikle evlilik" olarak tanımlıyor.

Samaya sözkonusu olduğunda bağlılıktan bahsettiğimizde tam manasıyla bir bağlılıktan bahsederiz: Akıl sağlığına ve deneyimlerimize olan bağlılığımız, gerçeklikle koşulsuz bir ilişki. En derin bağlılıksa gerçekliğe olan bağlılığımızdır...İlişkilerde yaşanan sorunlar kendini bırakmak, alışkanlıklardan vazgeçmek ve kendimizi tehdit altında hissettiğimizde teslim olmaktır. Temelde asıl güçlük içi dışı bir kalmaktır-deli gibi çarpan kalbinizi ya da titreyen dizlerimizi hissedip yine de vazgeçmemek. İşin özü,çok azımız kendimizi ufacık da olsa bir çıkış yolu ya da başımız sıkıştığında sığınabileceğimiz bir yer olmayan durumlara sokarız. 
                                                                                     _ PEMA CHÖDRÖN




Kaçış yollarını kapatıp sevdiğimiz kişiye kalbimizi ve gözlerinizi ne kadar açarsanız , kalıcı ve güçlü bir ilişki kurma olasılığınız da o kadar artar. Gerçekliğe sadık kalıp farkındalığınızı yitirmediğiniz sürece Dharma'nın , doğruların ve ışığın koruyucu gücünü hissedeceksiniz.

İki insanın birbirine su götürmeyecek şekilde,"Sevgilim olmanı istiyorum, o özel insan, yolculuğumdaki eşim,can yoldaşım.Kendimi sana ve bize adayacağım.Başkalarına açılan kapıları kapatacağım. Seni bütün kusurlarınla kabul ediyorum.Seni bütün güzelliğin,büyüleyiciliğin ve gücünle kabul ediyorum," demesi ne büyük bir lütuftur.

"Buradayım ve işler kötüye gittiğinde kaçıp gitmeyeceğim," diyebilmek ne güzel olurdu.Ya da sığındığımız tüm o alışkanlıkları bir kenara bırakıp tüm kalbimizle kendimizi bırakabilmek ? Kendimizi geri çekmeden, gizlemeden ve sır saklamadan kalplerimizi sonuna kadar açabilmek nasıl olurdu?

Samaya hiçbirşeyi saklamamak, bir kaçış yolu düşünmemek,alternatif aramamak,yapmamız gerekenleri yapmak için daha sonra çok vaktimiz olacağını düşünmemektir...Bizi yumuşatır, öyle ki bir daha kendimizi kandıramayız.
                                                                           _ PEMA CHÖDRÖN

Sadık bir ilişkide korkularımıza doğru yürür,onları içimize çeker,Tonglin* yaparız. Kendimizi açarız. Bu tek kişiye karşı gösterdiğimiz koşulsuz dürüstlükle tüm dünyaya,tüm insanlara karşı koşulsuzca dürüst davranmaya başlarız ya da Sufilerin deyişiyle,birbirinizi tüm kalbinizle sevdiğinizde aranızdaki sevgi genişleyerek tüm insanlığı içine alır.

Uzun soluklu bir ilişkiye bağlanmak kutsanacak ve kutlanacak bir şeydir."
                                                             
Gerçekten son derece güçlü ve dönüştürücü bir kitap...İki insan arasındaki aşk Sufizm, Budizm gibi öğretilerin süzgecinden geçirerek anlatılıyor kitapta.

Şunu bir kez daha net olarak anladım ki , sevgililerin   sevgi ile kalpten birbirlerine açılarak aralarında bir kalp bağı kurabilmesi  insanlığı ve de yeryüzünü şifalandıracak!

Tatil döneminde çok rahatlıkla keyifle okuyabileceğiniz içinde gerçek çalışmaların da  bulunduğu değerli bir kitap.

Hatta ilişkiler konusunda kafasını yoran eşe dost hediye bile edilesi cinsten...

Kesin öneririm!

Sevgiyle








* Tonglin : Özel bir meditasyon şekli. Korku endişe öfke gibi olumsuz duyguları nefesimizle içimize alarak sevgi anlayış şefkat ışık açıklık gibi olumlu enerjileri dışarıya yine nefesimizle vermek.

3 Temmuz 2016 Pazar

Ekolojik Sürdürülebilirlik

Bir çok yerde okuyoruz duyuyoruz.

Biliyoruz ki yeryüzünün ve insan türünün kaderi artık devletlerin değil, devletleri kontrolleri altına almış  uluslararası şirketlerin, kurumların elinde.

Ve yine biliyoruz ki yeryüzü ve insan türü yok olduğunda üretim yapacak ham madde , ürün satacak insan olmayacak...Elbette kar da!

O nedenle başta uluslararası şirketler  olmak üzere tüm kurumların yüksek bir vizyon dahilinde kendi kurumsal  sürdürülebilirlik hedeflerinin başına iki ortak  hedefi koymaları gerektiğini düşünüyorum

*Yeryüzünde Yaşamın Sürdürülebilirliği

*İnsan Türünün Sürdürülebilirliği

Aslen bu iki hedef birbirinden ayrı değil zaten.

Tüm iş modelleri ve iş yapış şekillerinin A-Z bu iki yeni hedefe göre yeniden yapılandırılmasını gerektiğini düşünüyorum.

Hem de acilen!



En azından 5, 10 ve 15 yıllık planlamalarla bir yol haritası yapılmalı.

Şimdiden ooo çok maliyetli bu tür çalışmalar dediğinizi duyuyorum.

Kimse kusura bakmasın ama Mars'ta su aramaya yerleşim kurmaya paramız var ise yeryüzünde yaşamı desteklemeye kesinlikle paramız var!

Ha bu yapılmayıp Mars'a neden gidilmeye çalışıldığı da ayrıca sorgulanmalı insanlık tarafından.

Hatta şirketler bünyelerinde bu iki hedef ile ilgili kurumsal farkındalık  yaratarak yüzbinlerce insana dokunabilirler...

Tüm dünyadaki kurumların ortak bir hedef belirleyerek yeniden yapılandırmaya girmesi kelebek etkisi yaratabilir.

İngiltere 'de kar/zarar hesaplarında artık ham madde maliyetlerine ham maddenin elde edilmesi sırasında çevreye verilen zarar dahi parasal olarak hesaplanarak hesaplara dahil ediliyor. Örnek kömür ise, üretimde sadece kaç ton kömür kullanıldıysa o kadar kömürün rayiç piyasa değeri olarak değil, artı bu kömürün çıkartılması sonucu çevrede oluşan zarar ve onun yeniden yapılandırılması için gerekecek olan temizlik iyileştirme masrafları da dikkate alınıyor.

Düşünüyorum da gerçekten bu hesaplama ile  karlı bir iş var mıdır yeryüzünde?

Bir zaman sonra çevreyi kirleten ülkelerin ürünlerinin boykot edileceğinden bile bahsediliyor uluslararası makalelerde.

Özetle çok daha geniş bir açıdan geleceğin resmine bakmamız gerekiyor.

Ben yaptım oldu ile günü kurtarmak liderlik ya da vizyonerlik değildir!

Bildiğimiz dünya düşündüğümüzden hızlı bir şekilde şekil değiştirebilir! Ve tam da şu anda bu olmakta...

Bireysel ve toplumsal yaşamımızın her anında bu iki ana hedefe odaklanarak , tabir yerinde ise kilitlenerek yaşamamız gereken bir alana girdik bir süredir.

Benden söylemesi...


Sevgiyle,






X


Yeni İnsana Dair

Gezi'nin yazından...

Çok ama çok ince bir çizgide yürünmeye başlandığını hissediyorum.
Zemin kaybedilebilir.
Destek yitirilebilir.
Baskıcı sistemin de istediği bu zaten.

Bu yazıyı lütfen tüm sıfatlarınızı alt kimliklerinizi bir kenara koyarak okuyun. Sadece vicdan sahibi bir insan olarak!
Yaklaşık 4-5 gündür sosyal medyada gördüğüm bazı yazışmalar gerçekten beni kaygılandırdı.
Bir insanın acılarından yani geçmişinden özgürleşebilmesi ile bir toplumun geçmişinden özgürleşmesinde benzerlikler buluyorum.
Geçmişimizden özgürleşebilirsek ancak yeni bir sayfa açabiliriz . Bu hem bireysel yaşamımız hem de toplumsal yaşamımız için geçerli bana göre.
Bu bağlamda geçmişi konuşmak tartışmak acıları duyguları ifade etmek iyileşmek ve geçmişten özgürleşmek için kesinlikle gerekli.
Ancak bir noktadan sonra yaşanmışlıkların tekrar tekrar ifadesi , tıpkı bireysel yaşamda olduğu gibi acıya yeniden tutunmak anlamına geliyor. Acının transından bir türlü çıkamamayı anlatıyor. Geçmişin gölgelerinde yolunu kaybetmek oluyor yaşanan...
Ayrıca özellikle geçmiş yaşanmışlıklarla ilgili söylemlerin Gezi Hareketi içindeki grupları sorumlu tutar uslup alması çok tehlikeli. Harekete zarar verir birliği bozar.
Şimdi kabul edelim hiç birimiz masum değiliz!

Ortaokulda iken köy enstitülerinde okumuş çok değerli bir hocam vardı. İlk görev yıllarını doğudaki illerde geçirmişti. Köylünün hali acınacak durumda derdi. Asker gelir bir tokat atar dağdan eşkıya gelir bir tokat atar. Olan halka köylüye olur!
Üniversite yıllarında Kürt arkadaşlarım oldu. Annesi ile Kürtçe konuştuğu için (başka dil bilmiyor annesi ) bir hafta ceza alan öğrenciler, Hakkari 'ye ilk açılan devlet binasının hapishane olması gibi, ağır yaşanmışlıkların yanında görece daha hafif ama insan psikolojisinde travmalar yaratan çok hikayeler dinledim.
Sivas'ı hepimiz biliyoruz. Acısını hepimiz yaşadık, ağladık acizlik içinde ve lanet okuduk karanlığa.
Benzeri şekilde teröre onbinler verdi bu ülke!
Bugün Türk Kürt Alevi Sünni Kemalist Anti Kemalist Kapitalist Komunist kadın erkek her ne sıfat veya alt kişilikle kendimizi tanımlıyorsak inanın herkes kendi adına acıdan hissesine düşeni yaşadı ve bedel ödedi.
Şimdi geçmişin gölgelerinden özgürleşmek, acıyı bırakmak ve yeni şeyler söyleme vaktidir birlik içinde.
Bireyin kendi geçmişten özgürleşebilmesi için herkesi herşeyi ve kendisini affetmesi gerekir der bilenler.
Affetmek yapılanı unutmak ya da onaylamak değildir. Tam tersi!
Sadece yapılanın üzerimizdeki etkisinden özgürleşerek (transından hipnozundan özgürleşmek) yeni şeyler düşünebilmek yeni söylemler geliştirebilmek ve yeniye yürüyebilmektir affetmek.
Şimdi 10.000 kere Sivas katliamı görüntülerini izlemek bana göre geçmişin gölgelerini güçlendiriyor. Öfkeyi nefreti besliyor. Ayrılığa hizmet ediyor!
Keza sosyal medyada direnişin ilk günlerinde birlikte yürüdüğümüz gruplara saldırılar başladı.
İktidarın zulmedenin baskıcı sistemin işine geliyor bu.
Geçmişin gölgeleri üzerinden bugünün ve yarının politikalarını yaratmaya çalışanlar malesef çok ağır hüsrana uğrayacaklardır. Çünki yeni dünyada buna yer yok!
Gençlerimize yürüdükleri yolda duruşumuz ve söylemlerimizle ihanet etmeyelim lütfen.
Onların yolundan çekilelim.
Gelmekte olanın önünde engel olmaktan vazgeçelim.
Bakın yeryüzünde iki tür insan var artık.
Homosaphiens'ler ve yeni insan olarak tanımlanan Homo Novus'lar...
Biz acıyı korkuyu ayrılığı yokluğu bilen eski insanız.
Yeni insan ise sevgi cesaret birlik bolluk bilinci ile adım atıyor yeryüzünde.
Yeni insan olan gençlerimizin düşü farklı!
Onlar Yeni Dünya'ya ait...
Bırakalım onlar düşlerini gerçekleştirsin.
Biz eskiler ise onların yanında eskiye ait baskıcı sistemin oyunları hileleri taktikleri gibi konularda onlara destek verebiliriz. Biz eski dünyayı ve onun maskelerini çok iyi biliyoruz zira!
Özetle diyorum ki Gezi Hareketi'ni destekleyen grupların her biri kendini pozisyonlandırmaya çalışırsa ve/veya geçmişte ait oldukları ideolojilerin etkisi altında hareketi bir yerlere çekiştirmeye çalışırlarsa bölünme olur ve hepimiz kaybederiz.
Geçmişin göglerinden sıyrılmanın yolu , tüm sıfatlarımızdan tüm alt kimliklerimizden ve tüm "izm" lerden özgürleşmek ile olacaktır..Çünki yeni dünya böyle bir dünya!
Ancak o zaman biz yeni insanın yanında onunla aynı ülküyü paylaşarak yürüyebileceğiz.
Kendi içimizde bütünlüğümüzü sağyalabildiğimiz ve tüm renkleri kucaklayabildiğimiz zaman ancak düşlediğimiz yeni dünyaya uyanıyor olacağız...
Bugün hem Türk'üm hem Kürt'üm, hem Sünni'yim hem Alevi'yim , hem dindarım hem ateistim, hem kapitalistim hem komunistim, hem kadınım hem erkeğim, hem çocuğum hem yetişkinim, hem heteroseksüelim hem homoseksüelim, hem beyazım hem siyahım, hem kemalistim hem anti kemalistim, hem askerim hem sivilim diyebilme gündür!
Ancak o zaman tüm bu alt kimlikler üzerimizden dökülecek tüm renkleri sesleri görüntüsü ile sadece ve sadece insan olabileceğiz!
Sevgiyle



X

Sünnet Çocuk İstismarıdır

En sonunda kapsamlı bir çalışmaya rastladım ve de paylaşıyorum...

Çocuklara yönelik bir "darp" eylemi olduğunu düşünüyorum sünnetin. Bazı ülkelerde kanun nezdinde de böyle kabul ediliyor üstelik.



Aşağıdaki linkten çok detaylı bilgi alabilirsiniz. Uzman görüşlerinden bir kısmını da aşağıda paylaşıyorum.

Ekteki linkte göreceğiniz üzere sünnetin eril öfkeyi beslediği anlatılıyor. Ataerkil sistem bu öfkeden güç alıyor. Hatta bu öfke ile var olabiliyor canlı tutabiliyor kendini belkide sağlıksız eril enerji. Saldırgan ve yıkıcı bir doğa ortaya çıkıyor.Burada hepimizde olabilecek olumsuz duygular  değil bahsedilen bayağı yıkıcı zorba saldırgan bir varoluş hali  anlatılan. Dünyayı da insanlığı da kemiren bu değil mi zaten?

Kim bilir dünya barışı ile sünnet arasında bir bağ vardır belki de ?

Kesinlikle her koşulda sünnetin bireysel bir seçim olduğunu ve ebeveynlerin çocukları adına böylesi bir tasarrufa hakkı olmadığını düşünüyorum! Reşit olan erkek kendisi karar vermeli sünnet olup olmayacağına...

Ve elbette genelleme de  yapmamak gerekir bu konuda...Bir bilim insanı gibi objektif olarak dinlemeli incelemeliyiz konuyu sanki...

İşte makalenin başlangıç bölümü..

"Bu güne kadar hep sünnetin faydalı olduğu, gereksiz ve ileride sorun olabilen bir deri parçasını atmaktan ibaret olduğu ve başkaca da faydaları bulunduğu yalanıyla yetiştik. Ancak gerçek bu değil!
Önce bazı Türk uzmanların görüşleriyle başlayalım…
Nil Gün (Araştırmacı Yazar, “Sünnetle İlgili Yalan ve Gerçekler” kitabının yazarı): ”Sünnetin sağlığa büyük zararları var Kesilen sadece işe yaramaz bir deri parçası değil. O kesilen parça, içinde sinir uçlarının, kan damarlarının, salgı bezlerinin bulunduğu bir mekanizma. O işe yaramaz diye kesilen deri parçasının koruyucu görevi ve cinsel işlevi var. Sünnet olduktan sonra bir çok alanda erkek zarar görüyor. 6 bin yıllık bir gelenek bu.”
Nil Gün’ün sünnet hakkındaki iddiaları, yazının devamında link’i bulunan, Sünnete Karşı Doktorlar (DOC) resmi sitesinde de aynı şekilde yer alıyor.
Dr. Haydar Dümen(Seksolog) : “Sünnet bütünüyle olumsuz bir eylemdir. Baştan sona yanlış. Çünkü, adı ister Tanrı, ister doğa olsun, evrenin süreçleri içinde bedenimizde ne bir hücremiz fazla, ne eksiktir. Bu yüzden doğa ya da Tanrı hatalı imalat yaratmaz.
Doç. Dr. Nusret Kaya (Psikiyatrist): “Bunun anlamı, “pipi kesimi korkusu”dur. Pipisinin ucundan gitmesi, çocukta değişik korkulara neden oluyor. Bu da ileriki yıllarda, “ejekülasyon pirecokcks” dedilen erken boşalmaya sebep oluyor. Erken boşalma yaşayan erkekler, kadınlarda vajinal orgazm yetersizliğine ve dişi gücüne ulaşamamasına yol açıyor.”
Ord. Prof. Op. Dr. Cemil Topuzlu (Cerrah) : “Sünnetten sonra sinir hastalıklarına tutulan çocuklar pek çoktur. Sünnetin asla faydası olmayıp, bilakis kötülüğü ve tehlikesi vardır.”
Prof. Dr. Osman Inci (Tıp Fakültesi Hastanesi Üroloji Anabilim Dali Baskani): “Sünnet erken bosalmaya sebep olur. Sünnetsiz erkegin cinsel gücü sünnetli erkeginkinden daha fazladir”
Op. Dr. İbrahim Karahan  (Cerrah) : “Sünnetle ilgili olarak sağlık yararlarının hepsi palavradır ve insanları sünnet olmaya ikna etmek için yapılmaktadır. Kesinlikle kanmayın. Sünnet sağlık açısından zararlıdır. İnsanlara sağlıklı olduğunu söyleyerek yapmak onları kandırmaktır. Erken boşalma-prematür ejakülasyon, Türkiyede yapılan çalışmada görülme sıklığı %30 dur. Penisin vajen (hazne) içinde kalma süresi ortalama 3.5 dakikadır. Normalde bu süre 10-15 dakika olmalıdır. Sünnetlilerde cinsel yaşam olumsuz etkilenir ve cinsellik sönük yaşanır.”
Kaan Göktaş (“Oldu da Bitti Maaşallah” kitabının yazarı) : “Sünnet hadım edilmenin yumuşatılmış şeklidir. Her erkek çocuk, bilinçaltında hadım edilme korkusu taşır. Çocukları sünnet ederek onların bu “hadım edilme” korkularını harekete geçiriyorsunuz. Çok önem verdikleri, yeni keşfetmeye başladıkları cinsel organlarını yaralıyorsunuz, acı çektiriyorsunuz. Erken boşalma başta olmak üzere birçok seksüel bozukluğun ve parafilinin temelinde sünnet travması yatar…Sünnetin tıbbi açıdan gerekli olduğu yalandır. Sünnet derisi insan vücudunun işlev gören, sağlıklı, yaşayan bir kısmıdır. Görevi penisi korumaktır. Bu kısmı yok ettiğiniz zaman geriye hissiz ve savunmasız bir organ kalır. Hijyen açısından gerekli olduğu yalandır, çünkü sünnet derisi kendi ürettiği mukozamsı bir sıvıyla penisi korur. Üstelik asgari hijyen koşullarının kolay ulaşılabildiği bir dünyada, “temizlik” bahanesi çok ilkel. Hastalıkları önlediği iddiası yalandır. AİDS ile sünnet arasında bağ kurmaya çalışılsa da AİDS kanla ya da vücut sıvılarıyla bulaşır, önlemenin yolu bilinçlenmekten ve korunmaktan geçer. “Sünnet olanlar ileride penis kanseri vb. hastalıklara yakalanmaz” denilir; bu da yalandır. Kanserle sünnet derisi arasında bir bağ yoktur. Üstelik önleyici tıp bu değildir… Sünneti reddediyorum çünkü ilkel bir gelenek. Ayrıca insanın vücut bütünlüğüne, rızasını almadan, geri dönüşümsüz bir biçimde zarar veriyorsunuz. Bu işlemi de sünnet olacak kişinin çocuk ya da bebek olmasını kullanarak yapıyorsunuz.Zorla, kandırarak vücudunun bir kısmını kesip atıyorsunuz. Onun vücut bütünlüğüne geri dönülemez, telafi edilemez bir zarar veriyorsunuz. Sonra da bunun adına “ana-baba hakkı” diyorsunuz. Sünnet bir çocuk hakları ihlalidir.”
Prof. Dr. George J. Boyle ( Ph. D. D. Sc.): ” Sünnetin herhangi bir insana yapılmasını tamamen adaletsiz ve insafsızca bir eylem olarak görüyorum.Çocukların sünnet edilmesine şiddetle karşı çıkıyorum. Şuan yasal olmasa dahi sünnet tamamen suçtur. Gerçekte suçtur. En sadist çocuk taciz biçimidir. Çünkü penisteki erojen dokunun kesilmesidir. Bu yapılan adalet değildir ve ele alınması gereken bir konudur. Dünya devletlerinin artık ayağa kalkmaları, medeni cesaret göstermeleri ve yapılan bu acımasızlığı konuşmaları gerekiyor. ”
Prof. Dr. George C. Denniston (M.D., M.P.H., founded Doctors Opposing Circumcision) : “Bazen doktorlar para kazanmak için ailelere tavsiye ediyorlar. Sünnet bir insanın penisindeki sağlıklı derinin yarısının başka bir insan tarafından kesilmesidir. Bunun bir çocuğa/bebeğe yapılması vahşettir. Vahşi ve zalimce bir eylemdir. Neden bu kadar sert ifadeler kullanıyorum? Çünkü sünnet kalıcı hasar verir. Kimsenin bu gereksiz prosedürü rızası olmayan birine yapmaya hakkı yoktur.”
Prof. Dr. Paul M. Fleiss (M.D., M.P.H.) : “Göz kapakları gözleri nasıl korursa, üst-deri de glansı korur. Gözkapakları olmadan gözler daha temiz olmaz, penis de üstderi olmadan daha temiz olmaz. Sünnet hijyen ve sağlık dışıdır. Sünnet normal kan dolaşımını bozar. Sünnet köreltir ve hissizleştirir.”
Dr. Thomas J. Ritter (M.D.) : “Üst deri Smegma üretir. Smegma temizdir, kirli değildir, faydalıdır ve gereklidir. Bu sıvının antibakteriyel ve antiviral özellikte oluşu penisi temiz ve sağlıklı tutar. Bütün memeliler smegma üretirler.”
Dr. Georg von Neumann : ” Peniste [Meissner cisimcikleri ] sadece sünnet derisinde ve frenulumda bulunur. Bu tür reseptörler (sünnet derisi yoluyla) vajinanın içini hissederler. Sünnetli erkekler bu çok hassas penis duyusunu kaybetmişlerdir”
Amerikan Sünnete Karşı Doktorlar (Doctors Opposing Circumcision, DOC) Birliğinin görüşleri
Halen gittikçe artan sayıda doktor rutin yenidoğan sünnetine karşıdır. Bu doktorlar kimsenin, bir başkasının cinsel vücut parçalarını zorla almaya hakkı olmadığını kabul eder. Ayrıca doktorların da, çocuklar üzerinde uygulanan bu acı verici, tıbbi açıdan gereksiz prosedürde yeralmamaları gerektiğine inanırlar.
Rutin sünnetler yalnızca Altın Kuralı ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda tıbbi uygulamaların temel ilkesi olan “İlk Önce Zarar Verme” ilkesini de ihlal eder. Şaşırtıcı şekilde, sünnet, A.M.A. Ahlak Kuralları’nın yedi maddesinin hepsini de ihlal eder.
Ana-Babanın doktora , ne zaman ve nasıl uygulamada bulunacağını söylediği garip uygulama tııbın başka hiçbir yerinde yoktur. *Çağdaş tıbbi etiğe göre, ana-babanın çocuklarının yararına olmayan müdahalelere izin verme yetkileri yoktur.
“Korku, acı, şekil bozma, güçten düşürme ve aşağılama insan ruhunu kırmaya çalışmanın tipik yollarıdır. Sünnet hepsini içerir.”
Geoffrey T. Falk tarafından çeşitli kaynaklardan derlenen bilgiler
https://sunnetinzararlari.wordpress.com/2015/08/19/sunnet-cok-zararli-bir-operasyondur-ve-cocuk-haklarina-aykiridir/






X

Hasta Beyaz Adam

2013 Gezi olayından 3 ay sonra yazdığımı bir yazıyı burada paylaşıyorum...

Uzun yıllar önce bir Hint çizgi romanda okumuştum aşağıdaki hikayeyi.
Buda, o zamanki adı ile Sidharta genç bir prenstir ve arkadaşı ile ormanda oyun oynamaktadır.
Arkadaşı çeker oku ile bir kuşu vuruverir.

Sidharta bunun yanlış olduğunu söyler ve hemen kuşu alıp iyileştirmeye çalışır.

Kısa bir süre sonra kuş iyileşir ve arkadaşı gelip kuşu ondan ister.

"Kuşu ben buldum, yakaladım. O benimdir." der.
Sidharta buna itiraz eder ve "Krala danışalım hakemliği için." derler.
Arkadaşı olayı ve argümanını anlatır krala.
Kral Sidharta'ya döner ve onun görüşünü sorar.
Sidharta'nın açıklaması çok çarpıcıdır!
"Arkadaşımın anlattıkları doğrudur ancak bir canlı, onu öldürmeye mi çalışana aittir yoksa onun yaşamını kurtaran yaşatan kişiye mi aittir?"
Elbetteki kuş Sidartha'nın olur.
                                                                               Budha Doğası
Şimdi geleceğim nokta o ki , doğanın parçası olan tüm toprak , ağaç, su, deniz, hayvanlar özetle yeryüzünün varlıkları onları kirletip yok edip yağmalayanlara öldürenleri mi ailltir yoksa onları ne pahasına olursa olsun onları korumaya yaşatmaya çalışanlara mı aittir?
Cevap açık değil mi?
Magna Carta 'yı hepimiz biliriz. Özgürlük Şartı olarak bilinen bu şartın ayrı bir bölümü daha varmış. Carta de Foresta. Yani Ortak Varlıklar Şartı.
Netten araştırmaya çalıştım biraz.
Anladığım o ki bir krallıkta örneğin orman herkese ait. Köylü hayvanını otlatabiliyor örneğin ormanda. Ya da yan ürünlerden yararlanıyor. Kral o bölgenin yönetiminden sorumlu ancak varlıklar ortak kullanılıyor.
Ancak birkaç yüzyıl önce kapitalizm ile birlikte ortak malların özelleştirilmesi sonucu bu şart yok sayılıyor...
Göğü Delen Adam isimli bir kitaba başladım bugün. Yerlilerin gözü ile beyaz adam anlatılıyor.
Beyaz adam , sahiplenme ve tüketme güdüleri ile zehirlenmiş bir varlıktır yeryüzünde. Hastadır!
İşte belkide kanımızdaki ruhumuzdaki zehirlerden arınma ve iyileşme vaktidir gelen...
Carta de Foresta 'nın yerel ve uluslararası arenada yeniden tanınmasını talep etmeliyiz diye düşünüyorum...
Ortak varlıklar tüm insanlara aittir!
Sevgiler





Not : Göğü Delen Adam kitabında ki hasta beyaz adam tanımına sadık kaldım  yazıda. Ancak burada cinsiyetçi veya ırkçı bir yaklaşım amaçlanmamaktadır.  Hasta Beyaz Adam olarak  günümüzün  yüzeysel sahiplenme sömürme tüketme anlayışına yönelik bir  vurgulama olarak yorumlanmalıdır. 
X