Ülkede ne eğitim ne sağlık ne de adalet sistemi doğru düzgün işliyor.
Ve en çok bedel ödeyenler hakları gasp edilenler de çocuklar.
Evet kendi çekirdek ailemiz ve genel olarak ailemiz belirli bir bilinç ve refah seviyesinde olabilir. Ve bunun doğal sonucu olarak eğitim ve sağlık özelinde alternatif çözümler üretebilmiş, toplumsal kaderden uzakta kendi alanımızda mutlu mesut yaşıyor olabiliriz. Adalete girmiyorum zira bilincin de olsa paran da olsa adalete adil yargıya kavuşamıyor insan bu coğrafyada. Laiklik ,cumhuriyet ,demokrasi, özgür düşünce, adil yargı ,güçler ayrılığı gibi sözcüklerde bu işin sırrı malum.
E canım seçimlerde bitti gönül rahatlığı ile tatile gidip üç ay boyunca eğlenebiliriz değil mi?
İşte buna ben ''deve kuşu sendromu'' diyorum. Biz belkide toplumun en fazla yüzde onu olarak bu imkana sahibiz. Yani eğitim ve sağlıkta imkanlarımız ölçüsünde çocuklarımıza çözümler yaratabiliyoruz. Çok bile iyimser olabilirim yüzde on derken. Ve fakat ülkenin içind ebulunduğu tümmm sıkıntıların asıl kaynağı insan malzemesinin iyi işlenememesi. Bu zaten uzun yıllardır bir projenin parçası olarak aktif olarak yürütülen bir süreç hepimizin bildiği gibi.
Şimdi size geçenlerde yaşadığım gerçek yaşam tanıklıklarımı aktaracağım ki geldiğimiz noktayı biraz daha iyi algılayalım.
Oğlumun göz korneasında bir sıkıntı var. Tek uzman kişi Cerrahpaşa Hastanesindeki bir Prof Dr. Özel muayenehanesi yok. İdealist bir hoca. Türkiye'deki üç dört hocadan biri konusunda. Ve sabah 10:00 'da randevuya gittik biz de. Acil göz nakli ameliyatı olunca hocayı fiilen görebilmemiz akşamın 17:00'sini buldu. Ben de özel bir bölüm olarak inşa edilmiş alanda diğer aileler ile sohbet etme şansı buldum.
Altı yedi yaşlarında şişe camı gibi gözlükleri olan minik bir kız çocuğu tüm bu zaman içinde boyama kitabını boyadı durdu. Adana'dan gelmişler. Annesi çalışıyor ve aynı zaman da Kuran'kursu veriyormuş. Evet tesettürlü bir kadın idi. ''Kursa gidiyor mu ?'' diye sordum. ''Malesef çok iyi bir yerde oturmuyoruz. Çok uzak kursalar ve bütçemizi de açıyor'' dedi miniğin annesi. Çaresizliğini hissettim bu annenin. Gerçekten bir şeyler yapmak istiyor fakat çözüm bulamıyordu. Ben de İstanbul'daki bir çok devlet okulunda uygulanan yöntemi önerdim. Bir üniversite öğrencisi ya da konusunda yetkin bir öğretmeninve/veya sanatçının her hafta sınıflarına gelerek çocuklara resim çalıştırabileceğinden bahsettim. 10 ya da 20 TL kişi başı aylık bir ücret ödeniyor bu tür kurslara. Okul müdürünün kabul etmesi yeterli ve de diğer velilerin elbette. Müzik spor resim İngilizce gibi dersleri bu şekilde hallediyor veliler bizim buralarda. Üstelik hem üniversite öğrencisine hem de sanatçıya katkı olur bu şekilde. Çok beğendi önerimi ve de teşekkür etti. Biz konuşurken minik kız kah boyama kitabını boyayarak bize çalışmalarını gösteriyor kah lafa katılıp kursa gitmek istediğini söylüyordu annesine. Ona botanik bahçesinde 23 Nisan ve Doğa Şenlikleri için hazırlanan dev boyama etkinlik fotoğraflarını gösterdim. Düşünsenize içine oturup yatıp uzanıp boyama yapabileceğiniz dev bir boyama kağıdını...Yüzündeki ifadeyi hiç unutmayacağım miniğin.
Daha sonra sekiz dokuz yaşlarında yine kalın gözlük camları olan bir oğlan dikkatimi çekti. Sürekli konuşuyordu ve annesinin ''Yeter artık.'' dediğini duydum. Sinirli değildi kadın sadece içi şişmişti. Bu duyguyu da sürekli soru soran bir afacan annesi olarak gayet iyi biliyorum. Kadının çocuğu o kadar yaratıcı çoşkulu canlı ki zaman zaman yorgunluk hissediyordu belli ki. Ben de hem ona biraz soluk olsun diye hem de merakımdan ''Ne anlatıyorsun?'' dedim. Meğer minik oğlan kendi kafasından hikayeler yaratıp bunları anlatıyormuş. Ve onay ihtiyacında. Anlatıp anlatıp ''Nasıl olmuş?'' diye sorup duruyordu. ''Hadi bize bir hikayeni anlat'' dedim. Çok heyecanlandı ve hızını alamadan iki hikaye anlattı. Gerçekten giriş gelişme kurgu mesaj ve tüm diğer hikayesel özellikleri taşıyordu hikayesi. Çok beğendiğimi ilettim ve hikayelerini yazarsa belki bir gün kitap çıkarabileceğini ifade ettim. Hatta resimlendirebileceğini dahi söyledim hikayelerini. Tam da yarasına basmışım. Meğer çocuk günlük tutmak yazı yazmak istermiş. ''Annem defter almıyor'' dedi yüzü asılarak. Biraz sohbet ettik annesi ile. İstanbul'da Esenler tarafında oturuyorlardı. O da tesettürlü bir kadın idi. NGBB 'de ki çocuklara yönelik ücretsiz atkinliklerden bahsettim. Okul çözümünü önerdim özetle. Okul müdürünün hiç bir konu ile ilgilenmediğini bir yıl içinde dört kez öğretmen değiştiğini yılgınlıkla ve çaresizlik içinde anlattı. Duyarlı ilgili bir anne idi fakat anladım ki hem yorulmuştu hem de gerçekten ekstra bir masraf idi oğlunun talepleri. Bu arada minik oğlan çoktan tutturmaya başlamıştı botanik bahçesine gitmek için. Eski yarım kalan defterlerini kullanabileceğini hatırlatabildim sadece ben de.
Üçüncü olay yine aynı gün aynı mekanda gerçekleşti. Bekleme alanına ilk girdiğimizde gözümüzün önünde dört beş yaşlarında bir erkek çocuk havale geçirdi. Gözlerinin fırıl fırıl kontrolsüzce dönmesi benim ve oğlumun zihninde kalıcı iz bıraktı. Hemen müdahele edilmek üzere acile götürüldü sanırım. Sonra geldi çocuk annesi ile bekleme alanına. Bu anne de İstanbul dışından gelmiş ve son derece maddi manevi desteğe rehberliğe ihtiyaç olduğu belli bir kadın idi. Doktorlar EMG çektirmesini istemişler doğal olarak. Bunu anlatıyordu insanlara. Dayanamadım ve yanına gidip bunun çok önemli olduğunu erken tespitin yaşamsal önem taşıdığını anlatmaya çalıştım. EMG 'yi beyninin filmini çekmeliler diye sadeleştirerek elbette. Benim gibi bir çok insan da benzeri ifadelerde bulundu. ''Memlekete gidince yaptırım.'' dedi. Üçüncü kez ateşli havele geçirişi imiş yavrunun. Memlekette bu imkan olmayabilir desek de sanırım hiç birimizin mesajı ulaşamadı bu anneye. Ve kucağında oğlu çıktı işi bitince alandan. Kim bilir nasıl bir yaşam bekliyor bu yavrucağı diye düşündüm kara kara?
Ülkenin her yerinde dahi müzisyenler ressamlar yazarlar olabilir. Ülkenin en büyük zenginliği serveti insan kaynağıdır. İnsna kaynağı her türlü üretimin birinci koşuludur. Yıllar önce çok zengin bir Körfezli petrol şirketinin her türlü teknoloji para imkanlara sahipken makineleri çalıştıracak insan bulamadığı için ciddi bir kriz yaşadığını hatırlıyorum iş hayatımdan.
Ve kim bilir belki de o havale geçiren çocuk geleceğin Aziz Sancar ' ıdır.
''Cumhuriyet'i çocuklara borçluyuz'' demişti bir eğitimci geçenlerde oğluma okul araştırması yaparken. Kabataş Vakfı'nın açtığı yeni okuldan bahsediyorum. Amcam ilk mezunlarındandır Kabataş'ın. Halen yaşıyor ve 100 yaşını devirecek umarım. Köklü bir çınarı ailemizin amcam. Şükrediyorum varlığı için.
Bu sözü söyleyen eğitimci Çanakkale Savaşı'nda şehit düşen taze fidanlarımızdan bahsediyordu. İstanbul Erkek, Galatasaray, Kabataş ...Yurdun her yerinden koşup gelen canlarını seve seve ülkenin özgürlüğü için feda eden güzel insanlardan.
Evet biz Cumhuriyeti özgürlüğümüzü borçluyuz çocuklara.
Ve bu coğrafyada çocuklar hiç olmadıkları kadar yalnız sahipsiz acı ve yokluk içindeler. İnsanı insanlığından utandıran durumları hiç yazmıyorum bile...
İşte sevgili dostlar. Çocuklara bizler sahip çıkmalıyız.
Kimsenin hele de gücü elinde tutanların umuru değil bu durumlar.
Şikayet edip birilerinin bir kahramanın gelip her şeyi sihirli değnekle çözmesini beklemek de naiflik.
Kendi mahallemiz de kaç çocuğa rehberlik verebilir, destek olabiliriz düşünelim bunu bu yaz.
Belki okula gidemeyen var. Okuma yazma bilmeyen. Yeteneği olup ihtiyaç duyduğu alana ulaşamayan çocuklarımız.
Bu ülke bizim ve çocuklarımız bu ülkede nefes alacak yaşayacak büyüyüp torun torba sahibi olacak.
Onlara bırabileceğimiz en güzel miras insanı ile zengin bir ülke.
Hepimizin yapabileceği bir şey vardır.
Muhtar, dernek, gönüllü evi hatta belediye bile işbirliği içinde haftada bir kaç saatimizi bu konuya ayırabiliriz. Gönüllü olarak.
Kurtuluş Savaşı'nı veren tüm insanlarımız aslen gönüllü idi. Para ya da güç karşılığı vermediler o savaşı. İnsan ve ülke sevgisi ile atıyordu yürekleri.
Gönüllülük çok gizli bir potansiyel taşır içinde. Hiç bilemezsiniz toplu gönüllü hareketin neler yaratabileceğini? Her bir emek her bir yürek çok değerli.
Lütfen bu yaz deniz kenarında güneşlenirken düşünün bu sözlerimi.
Vicdanınızla bir sohbet edin.
Tüm bu durumlara kafanızı çevirip hiç bir şey yapmayacaksanız da lütfen artık şikayet etmeyin...
Sosyal medyanın verdiği en büyük zarar bu sanırım.
Orada üç beş laf yazıp yaşama insana dair sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz hissine kapılıp kafamızı yine kuma gömüyoruz.
Tüm bu olanlar vicdanın, insanın uyanması için oluyor.
Biz uyanmaz isek daha da ağırlaşabilir hikayemiz.
Çocuklara çocuklarımıza borcumuz var bizim.
Ve hatırlayın deniz yıldızlarının hikayesini. O tek bir deniz yıldızı belki de tüm deniz yıldızlarına ilham olacak deniz yıldızıdır.
İyi tatiller!
Sevgiyle olun,
xxx
Ve en çok bedel ödeyenler hakları gasp edilenler de çocuklar.
Evet kendi çekirdek ailemiz ve genel olarak ailemiz belirli bir bilinç ve refah seviyesinde olabilir. Ve bunun doğal sonucu olarak eğitim ve sağlık özelinde alternatif çözümler üretebilmiş, toplumsal kaderden uzakta kendi alanımızda mutlu mesut yaşıyor olabiliriz. Adalete girmiyorum zira bilincin de olsa paran da olsa adalete adil yargıya kavuşamıyor insan bu coğrafyada. Laiklik ,cumhuriyet ,demokrasi, özgür düşünce, adil yargı ,güçler ayrılığı gibi sözcüklerde bu işin sırrı malum.
İşte buna ben ''deve kuşu sendromu'' diyorum. Biz belkide toplumun en fazla yüzde onu olarak bu imkana sahibiz. Yani eğitim ve sağlıkta imkanlarımız ölçüsünde çocuklarımıza çözümler yaratabiliyoruz. Çok bile iyimser olabilirim yüzde on derken. Ve fakat ülkenin içind ebulunduğu tümmm sıkıntıların asıl kaynağı insan malzemesinin iyi işlenememesi. Bu zaten uzun yıllardır bir projenin parçası olarak aktif olarak yürütülen bir süreç hepimizin bildiği gibi.
Şimdi size geçenlerde yaşadığım gerçek yaşam tanıklıklarımı aktaracağım ki geldiğimiz noktayı biraz daha iyi algılayalım.
Oğlumun göz korneasında bir sıkıntı var. Tek uzman kişi Cerrahpaşa Hastanesindeki bir Prof Dr. Özel muayenehanesi yok. İdealist bir hoca. Türkiye'deki üç dört hocadan biri konusunda. Ve sabah 10:00 'da randevuya gittik biz de. Acil göz nakli ameliyatı olunca hocayı fiilen görebilmemiz akşamın 17:00'sini buldu. Ben de özel bir bölüm olarak inşa edilmiş alanda diğer aileler ile sohbet etme şansı buldum.
Altı yedi yaşlarında şişe camı gibi gözlükleri olan minik bir kız çocuğu tüm bu zaman içinde boyama kitabını boyadı durdu. Adana'dan gelmişler. Annesi çalışıyor ve aynı zaman da Kuran'kursu veriyormuş. Evet tesettürlü bir kadın idi. ''Kursa gidiyor mu ?'' diye sordum. ''Malesef çok iyi bir yerde oturmuyoruz. Çok uzak kursalar ve bütçemizi de açıyor'' dedi miniğin annesi. Çaresizliğini hissettim bu annenin. Gerçekten bir şeyler yapmak istiyor fakat çözüm bulamıyordu. Ben de İstanbul'daki bir çok devlet okulunda uygulanan yöntemi önerdim. Bir üniversite öğrencisi ya da konusunda yetkin bir öğretmeninve/veya sanatçının her hafta sınıflarına gelerek çocuklara resim çalıştırabileceğinden bahsettim. 10 ya da 20 TL kişi başı aylık bir ücret ödeniyor bu tür kurslara. Okul müdürünün kabul etmesi yeterli ve de diğer velilerin elbette. Müzik spor resim İngilizce gibi dersleri bu şekilde hallediyor veliler bizim buralarda. Üstelik hem üniversite öğrencisine hem de sanatçıya katkı olur bu şekilde. Çok beğendi önerimi ve de teşekkür etti. Biz konuşurken minik kız kah boyama kitabını boyayarak bize çalışmalarını gösteriyor kah lafa katılıp kursa gitmek istediğini söylüyordu annesine. Ona botanik bahçesinde 23 Nisan ve Doğa Şenlikleri için hazırlanan dev boyama etkinlik fotoğraflarını gösterdim. Düşünsenize içine oturup yatıp uzanıp boyama yapabileceğiniz dev bir boyama kağıdını...Yüzündeki ifadeyi hiç unutmayacağım miniğin.
Daha sonra sekiz dokuz yaşlarında yine kalın gözlük camları olan bir oğlan dikkatimi çekti. Sürekli konuşuyordu ve annesinin ''Yeter artık.'' dediğini duydum. Sinirli değildi kadın sadece içi şişmişti. Bu duyguyu da sürekli soru soran bir afacan annesi olarak gayet iyi biliyorum. Kadının çocuğu o kadar yaratıcı çoşkulu canlı ki zaman zaman yorgunluk hissediyordu belli ki. Ben de hem ona biraz soluk olsun diye hem de merakımdan ''Ne anlatıyorsun?'' dedim. Meğer minik oğlan kendi kafasından hikayeler yaratıp bunları anlatıyormuş. Ve onay ihtiyacında. Anlatıp anlatıp ''Nasıl olmuş?'' diye sorup duruyordu. ''Hadi bize bir hikayeni anlat'' dedim. Çok heyecanlandı ve hızını alamadan iki hikaye anlattı. Gerçekten giriş gelişme kurgu mesaj ve tüm diğer hikayesel özellikleri taşıyordu hikayesi. Çok beğendiğimi ilettim ve hikayelerini yazarsa belki bir gün kitap çıkarabileceğini ifade ettim. Hatta resimlendirebileceğini dahi söyledim hikayelerini. Tam da yarasına basmışım. Meğer çocuk günlük tutmak yazı yazmak istermiş. ''Annem defter almıyor'' dedi yüzü asılarak. Biraz sohbet ettik annesi ile. İstanbul'da Esenler tarafında oturuyorlardı. O da tesettürlü bir kadın idi. NGBB 'de ki çocuklara yönelik ücretsiz atkinliklerden bahsettim. Okul çözümünü önerdim özetle. Okul müdürünün hiç bir konu ile ilgilenmediğini bir yıl içinde dört kez öğretmen değiştiğini yılgınlıkla ve çaresizlik içinde anlattı. Duyarlı ilgili bir anne idi fakat anladım ki hem yorulmuştu hem de gerçekten ekstra bir masraf idi oğlunun talepleri. Bu arada minik oğlan çoktan tutturmaya başlamıştı botanik bahçesine gitmek için. Eski yarım kalan defterlerini kullanabileceğini hatırlatabildim sadece ben de.
Üçüncü olay yine aynı gün aynı mekanda gerçekleşti. Bekleme alanına ilk girdiğimizde gözümüzün önünde dört beş yaşlarında bir erkek çocuk havale geçirdi. Gözlerinin fırıl fırıl kontrolsüzce dönmesi benim ve oğlumun zihninde kalıcı iz bıraktı. Hemen müdahele edilmek üzere acile götürüldü sanırım. Sonra geldi çocuk annesi ile bekleme alanına. Bu anne de İstanbul dışından gelmiş ve son derece maddi manevi desteğe rehberliğe ihtiyaç olduğu belli bir kadın idi. Doktorlar EMG çektirmesini istemişler doğal olarak. Bunu anlatıyordu insanlara. Dayanamadım ve yanına gidip bunun çok önemli olduğunu erken tespitin yaşamsal önem taşıdığını anlatmaya çalıştım. EMG 'yi beyninin filmini çekmeliler diye sadeleştirerek elbette. Benim gibi bir çok insan da benzeri ifadelerde bulundu. ''Memlekete gidince yaptırım.'' dedi. Üçüncü kez ateşli havele geçirişi imiş yavrunun. Memlekette bu imkan olmayabilir desek de sanırım hiç birimizin mesajı ulaşamadı bu anneye. Ve kucağında oğlu çıktı işi bitince alandan. Kim bilir nasıl bir yaşam bekliyor bu yavrucağı diye düşündüm kara kara?
Ülkenin her yerinde dahi müzisyenler ressamlar yazarlar olabilir. Ülkenin en büyük zenginliği serveti insan kaynağıdır. İnsna kaynağı her türlü üretimin birinci koşuludur. Yıllar önce çok zengin bir Körfezli petrol şirketinin her türlü teknoloji para imkanlara sahipken makineleri çalıştıracak insan bulamadığı için ciddi bir kriz yaşadığını hatırlıyorum iş hayatımdan.
Ve kim bilir belki de o havale geçiren çocuk geleceğin Aziz Sancar ' ıdır.
''Cumhuriyet'i çocuklara borçluyuz'' demişti bir eğitimci geçenlerde oğluma okul araştırması yaparken. Kabataş Vakfı'nın açtığı yeni okuldan bahsediyorum. Amcam ilk mezunlarındandır Kabataş'ın. Halen yaşıyor ve 100 yaşını devirecek umarım. Köklü bir çınarı ailemizin amcam. Şükrediyorum varlığı için.
Bu sözü söyleyen eğitimci Çanakkale Savaşı'nda şehit düşen taze fidanlarımızdan bahsediyordu. İstanbul Erkek, Galatasaray, Kabataş ...Yurdun her yerinden koşup gelen canlarını seve seve ülkenin özgürlüğü için feda eden güzel insanlardan.
Evet biz Cumhuriyeti özgürlüğümüzü borçluyuz çocuklara.
Ve bu coğrafyada çocuklar hiç olmadıkları kadar yalnız sahipsiz acı ve yokluk içindeler. İnsanı insanlığından utandıran durumları hiç yazmıyorum bile...
İşte sevgili dostlar. Çocuklara bizler sahip çıkmalıyız.
Kimsenin hele de gücü elinde tutanların umuru değil bu durumlar.
Şikayet edip birilerinin bir kahramanın gelip her şeyi sihirli değnekle çözmesini beklemek de naiflik.
Kendi mahallemiz de kaç çocuğa rehberlik verebilir, destek olabiliriz düşünelim bunu bu yaz.
Belki okula gidemeyen var. Okuma yazma bilmeyen. Yeteneği olup ihtiyaç duyduğu alana ulaşamayan çocuklarımız.
Bu ülke bizim ve çocuklarımız bu ülkede nefes alacak yaşayacak büyüyüp torun torba sahibi olacak.
Onlara bırabileceğimiz en güzel miras insanı ile zengin bir ülke.
Hepimizin yapabileceği bir şey vardır.
Muhtar, dernek, gönüllü evi hatta belediye bile işbirliği içinde haftada bir kaç saatimizi bu konuya ayırabiliriz. Gönüllü olarak.
Kurtuluş Savaşı'nı veren tüm insanlarımız aslen gönüllü idi. Para ya da güç karşılığı vermediler o savaşı. İnsan ve ülke sevgisi ile atıyordu yürekleri.
Gönüllülük çok gizli bir potansiyel taşır içinde. Hiç bilemezsiniz toplu gönüllü hareketin neler yaratabileceğini? Her bir emek her bir yürek çok değerli.
Lütfen bu yaz deniz kenarında güneşlenirken düşünün bu sözlerimi.
Vicdanınızla bir sohbet edin.
Tüm bu durumlara kafanızı çevirip hiç bir şey yapmayacaksanız da lütfen artık şikayet etmeyin...
Sosyal medyanın verdiği en büyük zarar bu sanırım.
Orada üç beş laf yazıp yaşama insana dair sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz hissine kapılıp kafamızı yine kuma gömüyoruz.
Tüm bu olanlar vicdanın, insanın uyanması için oluyor.
Biz uyanmaz isek daha da ağırlaşabilir hikayemiz.
Çocuklara çocuklarımıza borcumuz var bizim.
Ve hatırlayın deniz yıldızlarının hikayesini. O tek bir deniz yıldızı belki de tüm deniz yıldızlarına ilham olacak deniz yıldızıdır.
İyi tatiller!
Sevgiyle olun,
xxx
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder